12 Kasım 2014 Çarşamba

Oyun Parkı


Uzun zamandır adet edindiği üzere yolu yine evinin arkasında kalan çocuksuz, ıssız oyun parkına düşmüştü. Canı sıkıldıkça sokakları arşınlardı. Karanlık, izbe yollarda kendisini korku değil, sükunet sobelerdi. Nitekim kaybedecek pek bir şeyi kalmayan insan korkuyla ahbaplık etmeye de evzinirdi. Hal böyleyken el ayak çekildiğinde gölgeli koridorların ucundaki bu oyun parkı el değmemiş, unutulmuş bir cennet bahçesinde düşen çocukların acılarına kayıtsız bir kucağa dönüşürdü. Kendisini ezberlediği adımlarını atarken yine tam aynı noktada, bu bahçenin sınırlarını çeken çiçeklerin arasında buldu. Plastik, terk edilmiş oyuncaklara baktı. Eski demir kaydırakları, salıncakları, çocukların mutlu fakat değersiz olduğu zamanlara gömüp, hassasiyetle yetişen mutsuz fakat iş gücü niteliğinde değer kazandıklarından iyi bakılması gereken çocuklara plastik oyuncakları sunmuşlardı. Onunla buraya son geldiğinde de metal oyuncakları izleyerek, fakat birbirlerinin gözlerini mümkün olduğunca seyrek, kontol edilemeyecek kadar derin görmeye çalışarak oturmuşlardı. O zamanlar saçlarının kokusu yanındakinin burnunun direğini sızlatır, kendi kalbi bir yukarı bir aşağı tahtarevalliye işini öğretmeyi görev bilerek atardı. Onun elleriyse, kokusunun izinde saçlarından aşağı kaymak ister, sıcaktan kızmış metal yakacakmış gibi korktuğundan dokunamazdı bile. Şimdiyse oturduğu banktan zihnine anlarca his çağrıştıran plastikleri yalnız başına izlemekle yetiniyordu. Bu saatte kendisinden başka kimse gelmezdi buraya, bu yüzden karşı bankın hemen arkasında yükselen ağacın yanı başındaki sokak lambasının ışığıyla körebe oynayan yapraklarının gizlediği silüet hemen dikkatini çekmişti. Bankta oturmuş, usulca dünyada yapacak daha iyi hiçbir işi yokmuş gibi ayaklarını izleyen bu insanın kendine gölgelerden yonttuğu maskeyi midesi kasılarak, parmakları titremekten sigarasını ağzına götürecek yolu bulamayarak incelemeye başladı. Rastgele biri olabilirdi. Rastgele biri olması onu daha önemsiz yapar mı? Bu saatte karşılıklı iki banka oturmuş, aralarında plastik zaman öldürücülerden başka bir şey olmayan iki kişi birbirini fark edebilir mi? Aynı şeyleri kelimeler havada kaybolmaksızın birbirlerine anlatabilir mi? Yapraklar kımıldayıp yüzüne biraz daha ışık vurduğunda bir anlığına onu daha net seçecek gibi oldu. Bir kadına benzemiyor diye düşündü. Bir kadın neye benzer? Kendisi de hiç bir kadına, en azından arkadaşlarının, ailesinin görmek istediği bir kadına benzemiyordu. Onları umursayacak yerleri ağrıyordu çok şükür. Babasını da profesör cübbesini eğri taşıyor diye almak istememişlerdi akademi dünyasına. Babası bu işe hiç bozulmamıştı. Bir inşaat işçisine daha çok benzediğini söylediklerinde en azından kumaş değil yük taşımasını becerebildiğimden adam yerine koyuyorlar demiş, gurur duymuştu bu yorumlarla. Bakışların altında ezilmektense, irisinden parlayan ışıkla böylece gurur duymayı öğrenmişti babasından. Ne var ki şimdi on, on beş adım ilerisindeki silüeti gözleriyle parça pinçik etmekten kendini alamıyordu. Fikir sahibi olmak için ona cinsiyet giydirmeliydi, kıyafetlerine göre onu sosyal kazıklardan birine oturtmalıydı ya, oturtamıyordu işte. Karaltı kıpırdadığında yüzünü bir an tanıyacak gibi olup heyecanlandı. Bu sefer gözlerinin eli boş dönmemişti. Sokak lambası silüetin ellerini ele vermişti. Uçları yıpranmış deri ceketinin örttüğü bileklerinin ucunda beş oluğa ayrılan kan,et ve kemik yığınına odaklandı. Ellerini birbirine sürterek ısınmaya çalışıyordu. Kalındı parmaklar, beyazdı eller ve karanlıktı vücudu. Yukarıdan görebilmeyi, dokunmayı isterdi. Cesaretine ket vuran neydi? Biraz daha dikkatli bakınca sağ elinin yüzük parmağına odaklandı. Diğerlerinden daha önce akmayı bırakan bu kalın oluk, ilk bakışta farkedilmese de, belirgin şekilde kısaydı aslında. Bu yüzük parmağı yetti binlerce fotoğraf karesinin gözlerinin önüne hücum etmesine. Kim olduğunu anlamıştı. Buraya asla geri dönmeyeceğini sanıyordu. Ne işi vardı şimdi? Neden bu gece, bunca zaman sonra? Bizi fark etti mi? Başını hala kaldırmamıştı. Fakat oturduğu uer daha aydınlıkta kalıyordu karşsındakine göre. Boyun kaslarının tek bir hareketi kendisini ifşa etmeye yetecekti. Hala buraya ara sıra uğradığını anlayacaktı. Kaçamadı. Donup kalmıştı. Giderdi gitmesine ama burada onu bulmuşken bir sigara içimlik anı daha paylaşası vardı. Düşünmeden, düşünerek. Hesaplamadan, sonucunu bilerek. Onu en son gecenin geçici körlüğünde göğsünde yatarken bir anda kalkıp tek kelime söylemesine fırsat vermeden kapıyı arkasından mühürleyip kaçtığında görmüştü. Soru sormasına bile izni yoktu. Çocuklar oyunlarında acımasızdır. Ruhunu almış, koynuna koymuş, kurallar onun olmuştu ve saklambacına kapılıp ortadan kaybolmuştu. Bir kerecik daha görebilmeyi ne kadar çok dilemişti! Şimdi karşısındaydı, hayaletlerden korkabilirdi, yaşayanların yadigarı anıları olmasaydı. İçinden kalkıp yanına gitmek geldi, hesap sormak, mutsuzluğa rağmen hala onunla oyun arkadaşı olabileceğine inandırmak geçti içinden. Geçti. Durulunca yapacak başka bir şey kalmadığından bir sigara daha yaktı. Silüet de karşısında hareketlenmişti. Cebinden bir paket çıkardı. O da yakacaktı demek birtane. Karanlığa yüklediği onca mananın küle dönüşene kadar beyninde ip atlamasına müsaade ediyordu. Karşılıklı sadece sigaranın ucunun kızıl ışıltısı arada bir varlığını ve zamanın akışkanlığını hatırlatmasıyla bozulan bir durağanlıkla oturdular. Birinin gözleri diğerini bulmak için her köşeye bakıyor, öteki hayatı buna bağlıymış gibi asla izin vermiyordu. Dudaklarına aynı anda izmaritler değiyor, nefesler aynı anda çekiliyor, zehir aynı anda önce ciğerlerine doluyor sonra havaya karışıyordu, yalnız birinin içine nüfuz ediyordu. Birdenbire irkildi. Tek nefeslik kalmıştı sigaraları. Bitince bu anı asla geri getiremeyecekti. Sefil hayatına geri dönecekti. Karşısındaki kimbilir hangi hüsran köşede sallanıp bir ileri bir geri asla yanına kimseyi almaya müsaade etmeden bir bir vücuttan hız alıp bir diğerine tekme atarak yaşlanacaktı, bir başına. Yalnızca bu an vardı ellerinde. Son nefes için dudaklarıyla izmariti nemlendirirken bir zamanlar nasıl onun dudaklarını da nemlendirdiğini anımsadı. Yeniden duyumsamış olacak sımsıkı kenetleyip hırsından bir damla kan akıtacak kadar ısırdı dudaklarını. Hala bakmıyordu kendisine. Belki fark etmişti de, bilerek bakmıyordu. Tam onun yapacağı bir bencillik! Bir an her şeyini feda edebileceğini söylerken, inandırırken diğer an insan yerine koymadan bakışlarını dahi esirgemek! Lanet okuyarak hırsla kalktı yerinden. Bu son an hep beklediği kapanış olmuştu işte. Hızla ivme alıp kaydırağın aşağısında geriye yalnızca midenin üstünde bir yerde ciğerleri sıkıştıran anlık heyecanın hatırası. Hepsi bu. İsim, şehir, hayvan oynarken son sütunun boş kalışı gibi manasız, adı sanı konulmamış yersiz yurtsuz bir son! Sinirinden veyahut soğuktan titreyen vücuduyla titremesinin bu anı nasıl sahnelediğine hayran olup bundan zevk duyarak ayağa kalktı ve tek bir an daha harcamadan gerisin geri evin yolunu tutmaya karar verdi.

Parkın sağ tarafındaki çöplükte ekmeğini arayan evsiz barksız insanların yaşı tayin edilemeyen yorgunluğunda kendisini izleyen ve gecenin bu saati morarmış elleriyle arka arkaya yaktığı sigaralarla kendini yavaş yavaş öldürmeye kararlı bu kadının boş bir bankın varlığının tüm anlamı buna bağlıymış gibi izlemesine anlam veremediğini tam da bu öfkeli rolü yüzünden farkedemedi. Ölümün bu kadar kolay geldiği bir dünyada böyle şımarık insanlara neden bir türlü gelmediğini haykıran küfürlerini de hiç duymadı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder