15 Kasım 2014 Cumartesi

Fırtına Yaklaşıyor

Fırtına yaklaşıyor. Soğuk iliklerime işlerken insanlığımın donduğunu duymaya başlıyorum. İçimdeki ateş çıtır çıtır buzları kırmaya, eritmeye çalışıyor nafile. Yanıyorum, dil buza yapıştığında yanar gibi yanıyorum. Rüzgar gitgide şiddetini arttırmaya başlıyor üzerimde, hakimiyetimin sınırlarını zorluyor. Buraya nereden geldik? Yürümeye çalışıyorum fakat ayak parmaklarım kangren olmuş, olduğum yerde dikiliyorum. Kim kesecek şimdi onları? Umursamadan adım attığımı varsayarak az ilerdeki hortumun beni yutacak ağzına doğru ilerlediğim yanılgısına kendimi bırakıyorum. Islak yanaklarım kristalize olmuş, mermerden bir heykel gibi olağanca şahaneliğim, dokunulmazlığım, kalıba dökülmüşlüğüm ile dikiliyorum. Dokunsalar dağılacağım, küçük bir temas bile darmadağın etmeye yetecek. Buraya ateşten geldik. Özümde aslında kor var. Nasıl donduğu ise uzun bir hikaye. Zamanımız var, var çünkü bizzat ben yarattım.

Anlatılmaya değecek bir hikaye aramaktan bıkıp sonunda kendi hikayemi yazmaya karar vermem çok sonraki anlara denk gelir. Bana göre hayat zamandan ziyade anlardır. Fotoğraf kareleri gibi üst üste birikmiş, kare kare ilerleyen anlar. Kol saatime bakıp zamanın ne kadar yapay olduğunu sorguladığım andan beri kurduğum hayallerle var olan anılarımı karıştırdığımı fark ettiğimde bunu ancak bu karelerle çözebileceğimi anlamıştım. Gerçekle, kurulanın dışında bir gerçek varsa eğer, bağımı ancak bu şekilde güçlendirebilirdim. Deklanşöre basan bensem eğer bir hayal olduğundan emindim. Karenin içinde yer aldıysam da anı olduğundan. Gün geldi, biri deklanşöre benim elimi tutarak bastı, fotoğrafın tam ortasında yine ikimiz. Tek bir an. Tek bir dokunuş. Sonsuza kadar hapsolmamıza yetti.

Bir odaya çağırmıştı beni, gelemeyeceğimi söylediğimde ise korkaklığımı yermişti. Burjuva demişti, aristokrat seni! Terimlerden nefret eden, izmlerin kendisini boğduğunu iddia eden, fakat anarşizm kelimesinin son üç harfine takılamayacak rahatlıkta bir İzmir serserisi. Sen demişti, bana bir tereddütün romanını okutacaksın. Ben onu yazdıklarıyla okuyordum, oysa beni başka bir yazarın kelimelerinden. Pek tabii ikimiz de yanılıyorduk. Birbirimizi okumamızla bitirmemiz bir oldu. Tek bir an. Donup kalmış bir bakış. Dişlerimi kenetlemiş kara bulutlara bakarken, o odayı terk ettiği an, bu anı hatırladım.

Dudaklarımız da birbirine kenetlenmişti bir vakit. Bana ona olduğundan daha fazla anlam ifade ettiğini şimdi rahatlıkla söyleyebilirim. O halde bu bir anı, mesela. Hayallerimde çok daha farklı bu an, fakat hayallerime sarkıntılık etmenize gerek yok. Üzerimde ağırlığını hissederken o andan tam olarak 3 milyar an sonra kapıyı arkasından çekip kapatacağını bilmiyordum tabii. O an benimdi. O an onundum. Sonrasında iki ayrı fotoğraf var. Birinde ben yokum. Diğerinde ikimiziz. Hangisi benim? Hiçbiri onun değil.

O an ben yalnızım. Kapıyı çekip çıktım. Boğuluyordum. Nefes almayı umarken boğulmak, çarelerin tükendiğini hissetmek bu. Arkamdan bakakaldığını biliyorum. Artık onun nefesinin kokusunu bile biliyorum, anlamak zor değil. Saçlarının kokusundan vazgeçemediğim o anla şu an arasında bir ömür yok. Yalnızca farklı ömürler var. Kesişip duran kareler. Odanın içine onu çağırdığımda onu istediğim her şeyin plastiği yapmıştım. Yanmasını istedim. Ben sönmek isterken hem de. Cayır cayır yandığında ise is kokusundan yanında kalamaz oldum. Tabii gidecektim, kalıp napacağım?
İrislerimin çalkalanıp durulduğu çukurlarım tavanın aksi hizasında yuvalarından çıkmak isterken, kareleri saklayan merceklere lanet okumakla meşguldüm. Bu hatırlamak istemediğim anların başında geliyor. Hatırlamak istediklerim çok uzak bir anda. Çekip çıkarıyorum, kırmızı bir gecelik adlı klasörden.

Kırmızı geceliği yastığının üzerine serdim. Üstümden daha çok yakışıyor gibi gelmişti. İlla bir kumaşın üzerinde uyuyacaksa bu benim teniminki olsun diye düşündüm. O da uyudu. Haplarını almaksızın uyudu. Ben öyle istedim. Bu fotoğrafta içtiği ilacı arkasına saklamış. Huzurunu ben göğsüme vermiştim.

Bense huzuru göğsüne yatmadan 4 milyar an önce suyla beraber mideme gömdüğüm küçük mavi birleştirilmiş toz taneciklerinde bulduğumu biliyorum. Yine de bu ilüzyonu yaşamak keyifli. Sıcaklığı bir kadının bedeninde bulabilmiş olma yanılgısı, en azından ısıtıyor. Eti de yanmaya yakın piştiği zaman yemeyi severim zaten. Bağırsa ya bana, kussa ya kinini. Ne yatıyor öyle. Huzursuzluğunun farkındayım. Beni yemeyi sevmesinden nefret ediyorum. Artık onu istemiyorum.

Artık onu istiyorum. Hem de çok. Ona rağmen her şeyi riske atmayı seçebilecek kadar kontrolümü kaybettim. İçimde hafif bir esinti var, yağmasa bari. İçime yağdığında hissettiğim korkunun meşrulaştırılmış hali için onun asla atmayacağı bir imzaya ihtiyacım var. İmzalardan hep korkuyorum. Fotoğrafçıların markalaştığı anlar, pazarlamadan asla vazgeçemeyecekleri anlara tekabül eder. Kör bir alıcıyım, kalemi elime vermeye niyeti var da, beni kaleme aldığı gibi eskilerde yazmaya niyeti yok.

Gitmem lazım. Burada oturamam artık. Utanmasa yağlı boya resmimi yapacak. Niye beni böyle izliyor? Ne düşünüyor, düşünmesin. Düşünürse sıkılırım. Sıkılırsam giderim. Gitmekten sıkılırım. Kalmaksa boğar. Ben bu kareyi daha önce yaşadım. Farklı değil, hiçbir zaman olmadı. Yeni kareler lazım, sabahı bekleyemez. Gitmem lazım.

Bir dinlesen olmaz mı ne saçma bir soru halbuki. Mantığını kullan kızım, olsa dinlerdi zaten. Olduramazsın, tutturdu öldürecek. Gittikten sonra damarlarını yolarsın, azcık sabret sus, dudaklarını bu sefer kendin ısır da sus. Dinlemek istemiyorsa duymayacak. Ağlayamazsın, kıyamazdı ya sana bir an, şu an ince ince etlerinden kasaplık hale getirir. Kestirme. Kesme, korkuyorum. Mazoşistliğim de yanılgılarımdan biri, sadece mutluluğa alışkın değilim. Konuşacak birileri. Herhangi birileri. Herhangi biri olsan yeter, çok önemli olmana gerek yok. Ben seni o hale getiririm. Bak getirdim. Ne için? Tek bir bakış yüzünden. Kurşun kalemi eline al, bomboş bir kağıdı boydan boya bütün kuvvetinle, kalemin ucunu kıra kıra çiz, sayfayı derinden yar bakalım. Kağıdın bakışlarını çekiyor karanlıkta haliyle küçülen merceklerim. Kanamıyorum.

Yaralanmıyor manyak. Oysa öylesine uğraşıyorum. Bir boğuşma bu. Bıçağı dizinin arkasına dayadığımda nasıl korktu. Acıyı seviyormuş, öyle diyor. Ne ikiyüzlülük ama. Beni de sevdiğini söylüyor. Bir dakika hiç söylemedi. İşte bu ona aşık kalabilmem için bir şans. Hele bir aşık dudağı göreyim, yok edeceğim. Kaostan memnunum, huzuru midemi bulandırıyor. Huzuru bağımlılık yapıyor. Başımı döndürüyor. Ben biraz daha kalacağım.

Kalacağını söylüyor ısrarla. Gideceğini biliyorum. Kendi bilincinin arafında sıkıştığı bu felç halini zihnime kazıyıp, dondurup milyarlarca an sonra geri çözülmek üzere saklıyorum. An gelecek, önce kağıtlara sonra da elektronik bir nota çözdüğüm bu bakışa bizzat yeni anlamlar yükleyeceğim. O zamana kadar inanmış gibi yapmayı seçiyorum. Mor Karbasi'den Judia çalıyor arka fonda. Böylece eridikçe zihnimi buğulandıran bu kareye eşlik etmesi için zamanlar sonra değişimden nasibini aklım kadar almayacak tınılar eklemiş oluyorum.

Çok sonra.

Bir gece yarısı Judia çalıyor. Gözlerimin önüne yaprak yaprak fotoğraf kareleri düşüyor. Üstüste biniyor. Ben bir anıyı çözdürüyorum, yalnız yenilerine gebek kalmak üzere.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder