Koridora karanlık basmaya başladığında artık okuldan çıkması gerektiğini fark etti. Zaten artık daha fazla yazamayacak duruma gelmişti. Toparlanıp kendini odasından dışarı attı. Yürürken gözüne bir afiş ilişti. Bu akşam Strindberg'in a dream play'ini oynayacaklardı. Miss Julie'yi okuduğundan ve katiliyle beraber ona gereksiz anlamlar yüklediklerinden beri Strindberg çok daha farklı işlemişti içine. Nasılsa ehliyetini kaybettiğinden eve yürüyerek dönmesi gerekecekti. Oyunun oynandığı yer de yolunun üstüydü. Tek başına gitmeye biraz çekinmişti en başta, ama yalnız olunca oyunla ilgili daha rahat notlar alırdı defterine zaten. Belki böylesi daha bile keyifli olurdu. Sigarasını tellendire tellendire gitti buldu sahnenin evini. Sırada beklerken oturup karadeliklerle kafayı bozmuş bir delinin harikulade, kendisinin asla birleştirmeyi düşünmediği bir düzende kelimelerini dizdiği satırlarını okumaya başladı. Sonra bir yazı gözüne çarptı;
"Ekip gelemediği için bu akşam Persepolis oynanacaktır."
Oyunu daha önce duymuş fakat bir türlü izleyememişti. En son gitmeye karar verdiklerinde arkadaşlarıyla trafik kazası geçirmişlerdi. Nasılsa bu kadar beklemişti. Sonunda oyunu izleyecekti demek. Sırada beklerken birden insanların elinde biletlerini gördü, kendisi okumaya dalmışken onu atlamışlardı demek. Ne güzel bu kadar gözün arasında seçilemiyor olmak. Şansına orada çalışan bir arkadaşının yardımıyla bir bilet buldu ve içeri girdi. Arka sıralardan birine oturdu, seyircilerin tepkilerini de not almak istiyordu. Defterini çıkardı ve yazmaya başladı. Etrafa bakınırken bir an kafasını çevirdiğinde onu görmeyi beklemiyordu. Hemen önüne döndü ve fark edilmediğini umdu. Kalkıp gitse daha fazla dikkati çekecekti. Bir de onun oturduğu sıraya yerleşmişlerdi arkadaşlarıyla beraber. "Neyse," diye düşündü. "Abartmaya gerek yok. Zaten izleyip gideceğim, hiçbir şey olmamış gibi. O da yalnız, garip bir durum olmayacak." Işıkların kapanmasıyla daha da rahatladı. Ta ki başrolü görene kadar. Ne garip karanlık bastığı an gerçeğe uyanmak, gerçeği bağrında saklarken aydınlıktakinin bir haber gülüşlerini izliyor olmak. İnsanın oedipus gibi gözlerini oyası geliyor. Henüz bir iki hafta öncesinde bir kaç koltuk ilerisinde oturan adamla, onun evinde, bu başrolün fotoğrafının gözleri önünde bir bütün olmuşlardı. Cehaletinin baki kalmasını isterdi, ah keşke o kadar şanslı olabilse. Ne yazık ki şansla teşriki mesaisi hiç olmamıştı. Fotoğrafından tanımıştı hemen onu, ama kanlı canlı görmeyi beklemiyordu. Bir kız çocuğu bu. Bir kız çocuğunun sesi ve mimikleriyle rol yaptığından değil. Bir çocuğun gözleri, yüzü, elleri, sesi ve bedeni var. Saflığına hayret etti, hayran kaldı. Günahlara karışmak isteyen bir masumiyeti vardı. Kendi oyununda başrolde, yerinde gözü bile olmayan biri yüzünden onu kaybetme tehlikesinden bir haber repliklerini aktarıyordu. Çok güzel güldüğünü düşündü. Çok güzel ağladığını. Evren oluşundan beri kendisiyle dalga geçtiğinden midir bilinmez bir sahne içine daha çok oturdu. Rolü gereği "benim amcam neden öldü?" diye sorup ağlıyordu. Kendi amcasını kaybedeli tam üç gün önce bir sene oluyordu. Nasıl içine işlemişse kan çanakları dolu dolu mimiklerini hiç oynatmadan, karanlıkta olduğu yerde kimseye bir şey belli etmemeye çalışarak için için dökülmeye başladı. Hayat işte. Sahnede üstüne ışıklar dökülen bir kız çocuğu rolü gereği amcasına ağlarken karanlıktaki bir seyirci sahici yaşlar akıtıyor. İçinden bağırmak geldi o an. "Hiçbiriniz hiçbir şeyin farkında değilsiniz! Neden durmuyor! Neden benimle uğraşıyor! Androjen bir tanrının beni figüran yapmasına artık katlanamıyorum, daha fazla olmuyor, dayandım buraya kadarmış. Yeter!" Diyemiyor. Susuyor. Vazgeçiyor. O bir çocuk. O daha çocuk. Yaşamayı ve mutlu olmayı hak ediyor. Senin zaten kaybedecek hiçbir şeyin kalmamış, çok vaktin bile. Bırak, çekil işte, tek noktasından bile tutma bu hikayeyi. O oyunun inişleri çıkışlarında dolaşırken karanlıkta seçemediği bir kadın pathosun derinliklerinde dolaşıyor. Kimse farkında değil ama climax onun elinde. catharsis yaşatmayacak bu lal trajedi. Kimseye bir hayrı olmayacak. Işıklar yanıyor. Ara veriyor oyuncular. Sıranın başında olan adamın yerinden kalkıp dışarı çıkmasını bekliyor. Uzaklaştığından emin olduktan sonra oyundaki gibi bir salon yanıyormuş gibi kendini dışarı atıyor. Sanki bütün hayatı bir sahneymiş bir de fon müziği eksikmiş gibi geri plandan olmayacak bir şarkı çalıyor. "Fırtınam, felaketim, hasretim..." Kendini bu akşam bu oyuna seyirci eden katili, ve diğer tüm cinayetleri anımsıyor. Katledilen ihtimalleri, riyakar gerçekleri, bütün bu devranın sistemli bir şekilde kendisine dramlar çizmesini. Gülmek isteyip, gülemiyor bu şakalara. Bir konser gecesinde kendilerini buluşturan tesadüfleri düşünüyor. Şu an burada bu şarkının çalmasını çok acımasız buluyor. Hızlı hızlı adımlarla kendi odasının yolunu tutup dumanlara boğulmadan hemen önce bütün ilişiğini kesmesi için oturup yazmaya başlıyor;
Oyunu daha önce duymuş fakat bir türlü izleyememişti. En son gitmeye karar verdiklerinde arkadaşlarıyla trafik kazası geçirmişlerdi. Nasılsa bu kadar beklemişti. Sonunda oyunu izleyecekti demek. Sırada beklerken birden insanların elinde biletlerini gördü, kendisi okumaya dalmışken onu atlamışlardı demek. Ne güzel bu kadar gözün arasında seçilemiyor olmak. Şansına orada çalışan bir arkadaşının yardımıyla bir bilet buldu ve içeri girdi. Arka sıralardan birine oturdu, seyircilerin tepkilerini de not almak istiyordu. Defterini çıkardı ve yazmaya başladı. Etrafa bakınırken bir an kafasını çevirdiğinde onu görmeyi beklemiyordu. Hemen önüne döndü ve fark edilmediğini umdu. Kalkıp gitse daha fazla dikkati çekecekti. Bir de onun oturduğu sıraya yerleşmişlerdi arkadaşlarıyla beraber. "Neyse," diye düşündü. "Abartmaya gerek yok. Zaten izleyip gideceğim, hiçbir şey olmamış gibi. O da yalnız, garip bir durum olmayacak." Işıkların kapanmasıyla daha da rahatladı. Ta ki başrolü görene kadar. Ne garip karanlık bastığı an gerçeğe uyanmak, gerçeği bağrında saklarken aydınlıktakinin bir haber gülüşlerini izliyor olmak. İnsanın oedipus gibi gözlerini oyası geliyor. Henüz bir iki hafta öncesinde bir kaç koltuk ilerisinde oturan adamla, onun evinde, bu başrolün fotoğrafının gözleri önünde bir bütün olmuşlardı. Cehaletinin baki kalmasını isterdi, ah keşke o kadar şanslı olabilse. Ne yazık ki şansla teşriki mesaisi hiç olmamıştı. Fotoğrafından tanımıştı hemen onu, ama kanlı canlı görmeyi beklemiyordu. Bir kız çocuğu bu. Bir kız çocuğunun sesi ve mimikleriyle rol yaptığından değil. Bir çocuğun gözleri, yüzü, elleri, sesi ve bedeni var. Saflığına hayret etti, hayran kaldı. Günahlara karışmak isteyen bir masumiyeti vardı. Kendi oyununda başrolde, yerinde gözü bile olmayan biri yüzünden onu kaybetme tehlikesinden bir haber repliklerini aktarıyordu. Çok güzel güldüğünü düşündü. Çok güzel ağladığını. Evren oluşundan beri kendisiyle dalga geçtiğinden midir bilinmez bir sahne içine daha çok oturdu. Rolü gereği "benim amcam neden öldü?" diye sorup ağlıyordu. Kendi amcasını kaybedeli tam üç gün önce bir sene oluyordu. Nasıl içine işlemişse kan çanakları dolu dolu mimiklerini hiç oynatmadan, karanlıkta olduğu yerde kimseye bir şey belli etmemeye çalışarak için için dökülmeye başladı. Hayat işte. Sahnede üstüne ışıklar dökülen bir kız çocuğu rolü gereği amcasına ağlarken karanlıktaki bir seyirci sahici yaşlar akıtıyor. İçinden bağırmak geldi o an. "Hiçbiriniz hiçbir şeyin farkında değilsiniz! Neden durmuyor! Neden benimle uğraşıyor! Androjen bir tanrının beni figüran yapmasına artık katlanamıyorum, daha fazla olmuyor, dayandım buraya kadarmış. Yeter!" Diyemiyor. Susuyor. Vazgeçiyor. O bir çocuk. O daha çocuk. Yaşamayı ve mutlu olmayı hak ediyor. Senin zaten kaybedecek hiçbir şeyin kalmamış, çok vaktin bile. Bırak, çekil işte, tek noktasından bile tutma bu hikayeyi. O oyunun inişleri çıkışlarında dolaşırken karanlıkta seçemediği bir kadın pathosun derinliklerinde dolaşıyor. Kimse farkında değil ama climax onun elinde. catharsis yaşatmayacak bu lal trajedi. Kimseye bir hayrı olmayacak. Işıklar yanıyor. Ara veriyor oyuncular. Sıranın başında olan adamın yerinden kalkıp dışarı çıkmasını bekliyor. Uzaklaştığından emin olduktan sonra oyundaki gibi bir salon yanıyormuş gibi kendini dışarı atıyor. Sanki bütün hayatı bir sahneymiş bir de fon müziği eksikmiş gibi geri plandan olmayacak bir şarkı çalıyor. "Fırtınam, felaketim, hasretim..." Kendini bu akşam bu oyuna seyirci eden katili, ve diğer tüm cinayetleri anımsıyor. Katledilen ihtimalleri, riyakar gerçekleri, bütün bu devranın sistemli bir şekilde kendisine dramlar çizmesini. Gülmek isteyip, gülemiyor bu şakalara. Bir konser gecesinde kendilerini buluşturan tesadüfleri düşünüyor. Şu an burada bu şarkının çalmasını çok acımasız buluyor. Hızlı hızlı adımlarla kendi odasının yolunu tutup dumanlara boğulmadan hemen önce bütün ilişiğini kesmesi için oturup yazmaya başlıyor;
"Aslında en sağlıklısı bir daha hiç iletişim kurmamamız olacak. Sebebini de sana bir hikayeyle anlatacağım."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder