Dudaklarını yanaklarına
hafif hafif dokundurarak gezdiriyordu yüzünde. Soğuk, kaskatı bu cesedin çoktan
toprağın altına saklanması gerekirdi ama bir daha asla görülemeyecek bu
güzelliğe bir türlü kıyamıyordu. Aklına bir şarkı geldi. “Senden farklı olmayan
hayaletler için tatlı çilekler hazır. Hayaletler şimdi seni bekliyorlar.
Uçtuğumuzu ne zaman anlarız? Gittiğimizde ölür müyüz?” Bak o kucağındaki
gitmemiş işte. Sıcak nefesini üfledikçe hayata dönecekmiş gibi hissediyordu.
Halbuki saydam bomboş bakan gözleri görmüyor kendisini. Nefes alırken de
görmezdi. Kendisinden başka her şeyi görür, kendisini delip geçerdi. Koynuna
başını gömüp yanına uzandı. Yazın sıcağında nasıl serinletiyor vücudunu.
Kokmuyor olsa bundan güzeli olamazdı. Fakat bunun da çaresi var. Tuzsuz yemeğe
tat katar gibi parfüm şişesini boşalttı çıplak vücudun üzerine. Onları burada
yatar dururken kim ne zaman bulabilirdi? Sahi, kaç zaman geçmişti? Çok insan
geçmişti onu hatırlıyordu. Hep bunu hayal etmişti. Tahtadan bir kulübenin
içinde tek bir sedir, küçük bir masa üzerinde binlerce sayfa ve bir sürü kalem.
Bir de ikisi. Başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu. Ne ekmeğe, ne suya. Bak ona
söylemişti. Burada onun havaya bile ihtiyacı yok şimdi yatarken öylece yerde.
Kendisinin de onunla beraber çürümesine izin verecekti. Onun hayatını kendi
elleriyle almıştı. Kendi hayatını onun ellerine teslim edecekti. Uzanıp bu sözü
kendine bir kere daha neden verdiğini hatırlamak için dudaklarına dokundu. Uzun
süre öptü. Karşılık yok. Hiç olmadı. Onları aramaya çıkmışlar mıydı? O cadı en
başta nasıl meraklanmıştır. Sevdiğinden de değil. Bencilliğinden. Bu kadar
tapınılan bir tanrıça kulundan elbet vazgeçmek istemezdi.
“Şimdi tanrıçası hangimiz
bakalım?”
Düşüncelerinin kendini
sarmasına izin verdi. Kare kare aklına görüntüler geliyordu. Onu sokakta ilk
gördüğünde kendisini ilk öldürene ne kadar benzetmişti. Tek bir farklılıkları
vardı. Kendi katili hiç gülmezdi. Oysa bunun gülüşü tüm sıkıntılarını saklamaya
çalışmasıyla beraber ne kadar samimi. Kendi de maskelerini çok sevdiğinden
dudaklarının yukarı kıvrılmasına hayran olmuştu. Umuda benziyordu. Acıya
benziyordu, tıpkı şairin dediği gibi. Bir şekilde tanışması gerekiyordu onunla.
Defalarca kafasında kurmuştu. Yanına gidip her şeyi anlatacaktı. Her şey bir
cümle ile başlayacaktı. “İstesen sabaha doğardım, güneş olsam sevmezsin”
demişti ona katili. O da ona bu kadar şairane cümlelerle yaklaşmak isterdi. Ne
yazık ki doğurmayı sevse de bir caninin başarılı olduğu kadar başarılıydı
kelimelere hayat vermekte. “Çok özür dilerim. Sen beni tanımıyorsun. Ben de
seni. Oysa kaybettiğim birine çok benziyorsun. Sakıncası yoksa birşeyler içip
seninle biraz konuşmak istiyorum.” Bütün isteği buydu. Yalnızca birkaç saat
kendi sussun, bu “doppleganger” anlatsın. Katilinin mutlu olduğu, yapay da olsa
gülebildiği bir kurguyu gözlerinin önünde izlesin istiyordu. Bir türlü
yakınlaşamıyor oysa. Bir kaç kez görüyor onu kampüste, tanıyor yüzünü. Nasıl
tanımasın. Parmağında katilinin yüzüğünü taşıyor hala. Baktığında gözlerini
anımsayıp, donuk bakışlarından kaçıyor. En sonunda bir gün bir tanıdığın
yanında rastlıyor ona. Tanışıyorlar. Kader nasıl da sürreal. Beraber yemek
yiyorlar. Belli etmiyor ancak her hareketini izliyor. Dudaklarına çayı
götürüşünü. Konudan uzaklaştığında bakışlarını kaçırmasını. Nefes aldığında
göğsünün inip kalktığını. Sigarasını sararken parmaklarının titreyişini.
Hepsini yakalıyor. Özellikle sesli güldüğünde ritmini aklına kazımaya
çalışıyor. Sonraları hayal kurarken yüzlerinin farklılaşan detaylarını, ses
tonlarındaki ayrımı silecek. İkisini tek karakterde toplayıp nefes aldıracak.
Unutmaya çalışıyor daha
sonra. Bir saplantı, bir hastalık olduğunun ayırdığına vardığı zamanlar
kafasından tüm düşünceleri siliyor. Böylesine bir anlam yükleyiş başka bir ruha
verilecek en büyük ağırlık. O da vazgeçiyor. Ta ki bir akşam bir konsere gitmek
üzere yine o tanıdıkla beraber kendisiyle rastlaşana kadar. Arabayı kullanırken
gözü sürekli dikiz aynasında. Katili de bir zamanlar kendisini şu an onun
oturmakta olduğu yerde sarmış, boğmuş ve yeniden doğurmuştu. Farklı bir ülkeden
kalma çocukluğu yüzünden çok aşina olmadığı şarkılarla eğlenmeyi iyi
öğrendiğinden konser boyunca anılara takılmadan o anı yaşamayı başarabilmişti.
Yanındaki sahte ikizle konuşuyor, konuştuğuna inanamıyor, benzerliği kadar
farklılığı da onu etkilemeye başlıyordu. Bir ara kolkola girdiklerinde sahte
ikizin parmakları kendi parmaklarına dolanıyor. Sonra hemen çekiliyor. Neden
çekiliyor? Elleri zehirden değil ki. Parmakları iğneli değil ki. Etten,
kemikten parmakları. Nasıl olup da bu konser meydanında tutulan diğer ellerden
farklı elleri olabildiğini düşünüyor. Neden kendi elleri tutulduğunda tutanı
yakıyorlar? Kaçmasından biraz memnun olarak geri çekiliyor. Ancak arada sırada
sırtına dokunan bir el, ona zihninde çektiği eski fotoğrafları anımsatıyor.
Konser bittiğinde geri dönmek üzere arabada yalnız ikisi kalıyor beraber. Kader
ah ne oyuncu. Çantasında uzun zamandır taşıdığı sihirli otları paylaşmayı
teklif ediyor sahte ikize. Kabul ediyor. Ancak nerede? Geceye ikizin evinde
devam etmek üzere yola çıkıyorlar. Eve geldiklerinde her yerde resimler
buluyor. Yazılar, kitaplar, notlar. Bir tanrıçaya yazılmış kısacık bir şiir
buluyor. Hatırlamıyor. Sahte ikiz yazmış olabilir. Katili de tanrıçasına böyle
notlar vermeye bayılırdı. Otururlarken ve artık ciğerleri sihirle dolmuşken,
ikisinin de boğazları yanmaya başlıyor. “Ateşsen yanacaksın.” Dediğini
hatırlıyor katilinin. “Bize su getireyim” diyor sahte ikiz ve ayağa kalkıp iki
adım bile atmadan kendisini dansa kaldırıyor. Akılları başlarında olsa bunu bir
satranç oyununa benzetebilirlerdi. Ahengin, ritmin böylesini yakaladığına
şaşırıyor. Katilinin iki sol bacağı vardı oysa. Yüzleri birbirlerine bir
yaklaşıyor, bir uzaklaşıyordu. Dudakları önce hangisinin teslim olacağını belirlemek
üzere kareler üzerinde taaruza ve savunmaya geçiyordu sırayla. Yanakları
değiyor, kimse teslim olmuyordu. Ta ki şah artık dayanamayıncaya kadar. Uzun
uzun öpüp yavaşça onu yatırdığını hatırlıyordu, gerisini değil. Yalnızca bölük
pörçük birkaç an var aklında. Neden tamamen teslim olamamıştı? Neden yalan
söyleyip içine girmemesi için onu durdurmuştu? Çok hızlı yakınlaştıkları için
tedirgin olmuştu. Kendisine en son katilinin dokunmasına izin vermişti. O da
hemen kalkıp gitmişti sahnesi doruğa ulaştıktan sonra. Bu sefer de öyle
olmayacaktı. Bu sefer kenarda kendi halinde unutulmuş bir figüranlığa razı
olamazdı. Sahte ikiz rahatladıktan sonra
jaz müziğin akışına kapılıp kendi kendine mırıldanarak uykuya dalmıştı.
Dalmadan önce ettiği tek bir cümle aklına takılmıştı ama, koluna yattığı zaman
“alışkınım ben” demesi. O andan sonra bir türlü rahat edememişti.
Paranoyaklığının bilincinde yine her şeyi fazla okuduğunu düşünerek rahat
etmeye çalıştı. Kolunun üstüne yatıyor, aşağı kayıp çarşafı bulmaya çalışıyor,
duvara yaslanıyor ama yerini asla bulamıyordu. Yatağın her bir santiminde
iğneler var sanki. Duvarlar üzerine üzerine geliyordu. Birkaç defa omzuna
dokundu ikizin. Uyanmayacağından emin olduktan sonra kalktı, elbiselerini
yeniden giymeye başladı. Cebindeki bozuk paralar yere düşer de onu uyandırır
korkusuyla cebinden çıkarıp başucundaki komodine bıraktı. Komodinin üzerinde
iki tane çerçeve vardı. Birinde sahte ikizle beraber bir kız, diğerinde ise kız
yalnız başına yalnızca yüzü yansıyordu. Bu sevimli kızın varlığı üzerine çokça
düşünmesi gerekmedi. Hala başı dönüyor ve bir an önce buradan çıkması
gerekiyordu. Elini kapıya attığında açamadığını farketti. Karanlıkta el
yordamıyla anahtarı buldu, sessizce en ufak tıkırtıya bile kubak kabartarak
kaçtı evden. Arabasına atladığı an ise yan koltukta bir cüzdan olduğunu
farketti. Açıp bakınca sahte ikizin unuttuğunu anladı. Sabah uyanınca bu ikiz,
başucunda bir sürü bozuk parayı bulacak fakat kendisiyle cüzdanını boş yere
arayacaktı evin içinde. Bu sahnenin kendisini nasıl göstereceğini düşününce
gülmeye başladı. Fakat artık geriye dönemezdi. Mecburen ertesi gün işe gitmek
için evden ayrılmadan onu yakalaması gerekiyordu. Eve varıp kendi yatağında
rahatı bulduğunda huzursuzluğun hala yakasını bırakmıyor olması onu şaşırttı.
Mekan değişmiş fakat kokusu onu takip etmişti. Hayallerinin ve korkularının
arasında uyuyakaldı. Sabah uyandığında hemen duşa girdi, bir önceki gecenin
izlerini silmek istediğinden kaynar suyla derisini kazıya kazıya yıkandı.
Saçlarından su damlaya damlaya yeniden dün gece kaçtığı evin kapısında buldu
kendini. Şaşırmış bir ifadeyle açılan kapının ardındaki gözleri tartamıyordu
şimdi. Oysa dün gece ne kadar farklıydılar. Aynı dört duvar, aradan anlar
geçmiş ve şimdi ruh halleri ikisini de bambaşka iki insan yapmıştı. Cüzdanı
kendisine teslim ettikten sonra en azından onu işe bırakabileceğini teklif
edebilirdi. Sahte ikizi işe bırakırken sadece sarılabildi. Birbirlerine
numaralarını vermek bile daha yeni akıllarına geliyordu.
Aradaki hafta boyunca ara
sıra aklına geliyordu. Derin bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu oysa.
Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediği birine bu kadar yakınlaştığı için
arada duyması gereken vicdan azabını duyduğundan emin olduktan sonra rahatlıyor
ve ihtimalleri düşünüyordu. Haftasonu çalıştığı yere, bir fuara gittiğinde ona
standlardan birinde rastladı. İşleri olduğu için ona selam vermekle yetindi.
Daha sonra ise gelen mesaja şaşırdı; “kayboldun!” Bunu bir alışkanlık haline
getirdiği doğruydu. Kaybolmayı seviyordu. O sırada entellektüelliği çok satan
kitaplarınca onaylanmış bir yazarın yavan, fakat talep edilen konuşmasını
dinliyordu. Konuşma bittikten sonra aynı standa uğradı fakat onu göremedi.
Muhtemelen bir daha görüşemeyeceklerini düşünerek dışarı sigara içmeye çıktı. Duman
ciğerlerini iyice acıtsın diye içinde tutarak sigarasını içerken sahte ikizin
yemeğe çıktığını bildiren mesajını okudu. Kendi yerini de söyledi, fakat yanına
gelmeyeceğinden emindi. Halbuki gelmesini ne kadar çok istiyordu. Biraz
konuşabilmek istiyordu. Biraz daha tanıyabilmek. Onda samimi bir şeyler
bulabileceğini düşünüyordu. Dağılmış kafasının ücra köşelerinde bir yerlerde
karanlığa dair, aydınlığa dair bir savaş vardı ve kendi barikatlarına
benzetiyordu. Önce bir daha geri dönmeyip yanındaki arkadaşına kitaplarını
başka bir zaman alması gerektiğini hemen buradan eve dönmeleri gerektiğini
söyledi. Sonra sigarasından son nefesini aldı ve geri dönüp en azından bir kez
daha onu görmesi gerektiğine karar verdi. Hem de kitaplarını da alabilirlerdi
böylece. Standa geri döndüğünde onu orada buldu. Bir roman sordu, fakat
kalmamıştı. Etraftaki bakışların arasında sanki koluna mı dokunmuştu? Elinde
bir yakınlık, bir tanıdıklık? Belki de ona öyle geliyor. Gerçekliğin tekil
olmayışına lanet ederek anlam atfetmeyi sonlandırdı. Sonra beklemediği bir
teklif geldi karşısından. Sahte ikiz kendi kitabını ödünç verebileceğini
söyleyerek akşam onu evine davet etmişti yeniden. Emin olamadı. Akşam başka
planları vardı. Yine de bu teklife sevindiğini farketti, yeniden bir bağlantı
kurulabileceğini düşündü. Demek nefes alınacak ihtimallerin bir doğumuna
dalalet olabilirdi bu heyecan. Kesin bir cevap veremeyerek uzaklaştı.
Arkadaşıysa ısrarlıydı. Her zaman diğer işleri çözebilirlerdi. Eğer biraz olsun
heyecanlanabildiyse, akşam gidip onu görmeliydi. Neler olacağını
kestiremiyordu, fakat neden parfüm sıkıyordu? Neden makyaj yapıyor, neden nasıl
göründüğüne bu kadar dikkat ediyordu? Akşam daha önce kaçtığı evin kapısını
yeniden çalana kadar kendine bile anlam veremiyordu. Bir kahve içip kitabını
alıp eve geri gelecekti muhtemelen. Ne yazık ki öyle olmadı. Kahvesini içiyordu
evet, ama sahte ikiz saçlarıyla oynarken. Geçen defa alkol ve dumanların
altında sağlıklı düşünememiş olabilirlerdi, fakat bu gece ikisi de rasyonel
kararlar alabilecek durumdaydılar. Almamaları, fiziksel çekimin bir oyunu mu,
yoksa her ikisinin de monolog ihtiyacından mıdır bilinmez, başlarına daha çok
iş açacaktı. Sahte ikiz kendisinden masaj yapmasını isteyince bunu reddetmedi.
Sırtında parmaklarını dolaştırıyor, benlerini tek tek inceliyordu. Söylenmemiş
sözler nereye gömülür bilinmiyor, fakat dokunulmamış benler kendi tenine pek
güzel yerleşiyordu. Omur iliğinin hizasından boynuna doğru ince bir çizgide onu
öpmeye başlamıştı şimdi. Onu istediğine karar vermişti, bu sefer kaçmayacaktı.
Baş ucundaki komodine ilişti yeniden gözü. Bir an gülümsedi. Çerçeveler onunla
alay ediyordu da haberi yoktu o an için. Sahte ikiz kendisini sert bir şekilde
geriye çekti. Artık tamamen bütünleşmişler, yalnızca içgüdülerini takip
ediyorlardı. Üstü başı ikizle kirlendikten sonra ter içinde temizlenmeye
başladılar. Soğuk su bedenine değdikçe ürperiyordu. Başı dönüyordu, ama
mutluluktan. Hevesinin kursağında kalacağından bir haber yanına yattı. Bu gece
sonunda yanında uyuyabilecekti. Yarın umurunda bile değildi. Yarın ikisi de
yeniden ölebilirlerdi. Şu an yaşıyorlardı ve aldıkları nefes onlara yetiyordu,
gerisi hikaye. Türküler dinletiyordu ona. Acıdan, samimiyetten, umuttan ve
oyunlardan bahsediyorlardı. Umudun imkansızlığını savunan ikize şaşırmadı.
Katiliyle benzeştiği noktalardan biriydi bu umutsuzluk hissi. O anda dövmesinin
yeni bir anlamını keşfetti. Evet, nefes aldığı sürece umut ediyordu. Umudunu
tükettiği anda ise nefesini zamanından önce kesmek zorunda kalacaktı, başka çıkışı
yoktu. Konuşarak, tenlerini birbirlerinden ayırmayarak, türkülerini dinleyerek
uzandılar. Ta ki melun bir soruyu sormak aklına gelinceye kadar. “Bu kimin?”
Gelen cevap öylesine rahat verilmiş, öylesine sıradan bir ses tonuyla
aktarılmıştı ki olağanlığına şaşırmadan yapamadı. “Sevgilimin.” Az önce en
derin yerlerinde gezinen parmakları baş ucundaki resme işaret ediyordu. Bir
süre hiçbir şey yapmadan kalakaldı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Bir kez daha
kaçması gerektiğinden başka. Hemen kalktı, giyindi. Arkasından gelen ikiz
kendisinden özür diliyordu. “Ben böyle öğrenmeni istemezdim. Saklamak gibi bir
niyetim de yoktu inan. Çok özür dilerim.” Kendi aklında ise bambaşka düşünceler
var, şu an şok olması dışında bir şey hissetmiyor olması fakat çok da öfkelenmemiş
olması gibi. Ağzından dökülüyor kelimeler hiç düşünülmeden, rahme düştüğü gibi;
“üçüncü kişi olduğumun farkında değildim. Bunu sık yapıyorsun sanırım? Ben çok
yanlış anlamışım, ama daha önemlisi benim gibi değersiz birinden özür dilemen
gerekmez, sevgilinden özür dilemelisin.” Kapıyı ısrarla açmak istemiyor sahte
ikiz, ona sarılıp sarılamayacağını soruyordu. Yalnızca başını hayır anlamında
iki yana sallamakla yetinebiliyor, göz göze gelmekten hunharca kaçınıyordu. Son
bir cümle söylemek için arkasını döndü nihayet kapı açıldığında. Bir anda
değmeyeceğini düşündü ve merdivenlerden artık kendini tutamayarak ağlaya ağlaya
inmeye başladı. Elinden geldiğince sessiz olmaya çalışıyordu. Daha sonra
kenarda sigarasını yakıp gidebileceği bir eve ararken balkonda onu gördü. O
muydu? Aşağı inen birini seçti, sonra karanlıkta biraz bekleyip yeniden yukarı
çıkanı izledi. Benzetiyor ama anlam veremiyordu. Onu tutsa kolundan ne diyecek?
Ne anlamı kalacak. Bu nasıl aklanabilir? Aklanmalı mıdır? Bu neden bir
aldatmadır? Halbuki herkesçe paylaşılan gerçekte yargılanmıyor olsalardı,
gözleri üzerlerinden atabilselerdi bu fiziksel çekim, bütünleşme yalnızca bir
anda saklı kalırdı. Ne Sahte ikizin sevgilisine duyduğu aşk kirlenirdi, eğer
kirlenmekse bu, ne kendisini düşüreceği bir konum olmazdı ne de sevgilisinin
değersiz hissetmesine sebep olacak bir durum. Ancak çoklu gerçeği insanlara
anlatamayacağının farkındaydı. Kızması gerektiği için ona kızacaktı, çok doğal
olarak kendini gerçekleştiren iki insan bunu bir sır, bir leke olarak
koyunlarında büyütüp anın gelişine göre besleyecekti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder