12 Kasım 2014 Çarşamba

Çarşaflarca Üçlü Sarılma - Başlangıç

Dudaklarını yanaklarına hafif hafif dokundurarak gezdiriyordu yüzünde. Soğuk, kaskatı bu cesedin çoktan toprağın altına saklanması gerekirdi ama bir daha asla görülemeyecek bu güzelliğe bir türlü kıyamıyordu. Aklına bir şarkı geldi. “Senden farklı olmayan hayaletler için tatlı çilekler hazır. Hayaletler şimdi seni bekliyorlar. Uçtuğumuzu ne zaman anlarız? Gittiğimizde ölür müyüz?” Bak o kucağındaki gitmemiş işte. Sıcak nefesini üfledikçe hayata dönecekmiş gibi hissediyordu. Halbuki saydam bomboş bakan gözleri görmüyor kendisini. Nefes alırken de görmezdi. Kendisinden başka her şeyi görür, kendisini delip geçerdi. Koynuna başını gömüp yanına uzandı. Yazın sıcağında nasıl serinletiyor vücudunu. Kokmuyor olsa bundan güzeli olamazdı. Fakat bunun da çaresi var. Tuzsuz yemeğe tat katar gibi parfüm şişesini boşalttı çıplak vücudun üzerine. Onları burada yatar dururken kim ne zaman bulabilirdi? Sahi, kaç zaman geçmişti? Çok insan geçmişti onu hatırlıyordu. Hep bunu hayal etmişti. Tahtadan bir kulübenin içinde tek bir sedir, küçük bir masa üzerinde binlerce sayfa ve bir sürü kalem. Bir de ikisi. Başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu. Ne ekmeğe, ne suya. Bak ona söylemişti. Burada onun havaya bile ihtiyacı yok şimdi yatarken öylece yerde. Kendisinin de onunla beraber çürümesine izin verecekti. Onun hayatını kendi elleriyle almıştı. Kendi hayatını onun ellerine teslim edecekti. Uzanıp bu sözü kendine bir kere daha neden verdiğini hatırlamak için dudaklarına dokundu. Uzun süre öptü. Karşılık yok. Hiç olmadı. Onları aramaya çıkmışlar mıydı? O cadı en başta nasıl meraklanmıştır. Sevdiğinden de değil. Bencilliğinden. Bu kadar tapınılan bir tanrıça kulundan elbet vazgeçmek istemezdi.
“Şimdi tanrıçası hangimiz bakalım?”
Düşüncelerinin kendini sarmasına izin verdi. Kare kare aklına görüntüler geliyordu. Onu sokakta ilk gördüğünde kendisini ilk öldürene ne kadar benzetmişti. Tek bir farklılıkları vardı. Kendi katili hiç gülmezdi. Oysa bunun gülüşü tüm sıkıntılarını saklamaya çalışmasıyla beraber ne kadar samimi. Kendi de maskelerini çok sevdiğinden dudaklarının yukarı kıvrılmasına hayran olmuştu. Umuda benziyordu. Acıya benziyordu, tıpkı şairin dediği gibi. Bir şekilde tanışması gerekiyordu onunla. Defalarca kafasında kurmuştu. Yanına gidip her şeyi anlatacaktı. Her şey bir cümle ile başlayacaktı. “İstesen sabaha doğardım, güneş olsam sevmezsin” demişti ona katili. O da ona bu kadar şairane cümlelerle yaklaşmak isterdi. Ne yazık ki doğurmayı sevse de bir caninin başarılı olduğu kadar başarılıydı kelimelere hayat vermekte. “Çok özür dilerim. Sen beni tanımıyorsun. Ben de seni. Oysa kaybettiğim birine çok benziyorsun. Sakıncası yoksa birşeyler içip seninle biraz konuşmak istiyorum.” Bütün isteği buydu. Yalnızca birkaç saat kendi sussun, bu “doppleganger” anlatsın. Katilinin mutlu olduğu, yapay da olsa gülebildiği bir kurguyu gözlerinin önünde izlesin istiyordu. Bir türlü yakınlaşamıyor oysa. Bir kaç kez görüyor onu kampüste, tanıyor yüzünü. Nasıl tanımasın. Parmağında katilinin yüzüğünü taşıyor hala. Baktığında gözlerini anımsayıp, donuk bakışlarından kaçıyor. En sonunda bir gün bir tanıdığın yanında rastlıyor ona. Tanışıyorlar. Kader nasıl da sürreal. Beraber yemek yiyorlar. Belli etmiyor ancak her hareketini izliyor. Dudaklarına çayı götürüşünü. Konudan uzaklaştığında bakışlarını kaçırmasını. Nefes aldığında göğsünün inip kalktığını. Sigarasını sararken parmaklarının titreyişini. Hepsini yakalıyor. Özellikle sesli güldüğünde ritmini aklına kazımaya çalışıyor. Sonraları hayal kurarken yüzlerinin farklılaşan detaylarını, ses tonlarındaki ayrımı silecek. İkisini tek karakterde toplayıp nefes aldıracak.
Unutmaya çalışıyor daha sonra. Bir saplantı, bir hastalık olduğunun ayırdığına vardığı zamanlar kafasından tüm düşünceleri siliyor. Böylesine bir anlam yükleyiş başka bir ruha verilecek en büyük ağırlık. O da vazgeçiyor. Ta ki bir akşam bir konsere gitmek üzere yine o tanıdıkla beraber kendisiyle rastlaşana kadar. Arabayı kullanırken gözü sürekli dikiz aynasında. Katili de bir zamanlar kendisini şu an onun oturmakta olduğu yerde sarmış, boğmuş ve yeniden doğurmuştu. Farklı bir ülkeden kalma çocukluğu yüzünden çok aşina olmadığı şarkılarla eğlenmeyi iyi öğrendiğinden konser boyunca anılara takılmadan o anı yaşamayı başarabilmişti. Yanındaki sahte ikizle konuşuyor, konuştuğuna inanamıyor, benzerliği kadar farklılığı da onu etkilemeye başlıyordu. Bir ara kolkola girdiklerinde sahte ikizin parmakları kendi parmaklarına dolanıyor. Sonra hemen çekiliyor. Neden çekiliyor? Elleri zehirden değil ki. Parmakları iğneli değil ki. Etten, kemikten parmakları. Nasıl olup da bu konser meydanında tutulan diğer ellerden farklı elleri olabildiğini düşünüyor. Neden kendi elleri tutulduğunda tutanı yakıyorlar? Kaçmasından biraz memnun olarak geri çekiliyor. Ancak arada sırada sırtına dokunan bir el, ona zihninde çektiği eski fotoğrafları anımsatıyor. Konser bittiğinde geri dönmek üzere arabada yalnız ikisi kalıyor beraber. Kader ah ne oyuncu. Çantasında uzun zamandır taşıdığı sihirli otları paylaşmayı teklif ediyor sahte ikize. Kabul ediyor. Ancak nerede? Geceye ikizin evinde devam etmek üzere yola çıkıyorlar. Eve geldiklerinde her yerde resimler buluyor. Yazılar, kitaplar, notlar. Bir tanrıçaya yazılmış kısacık bir şiir buluyor. Hatırlamıyor. Sahte ikiz yazmış olabilir. Katili de tanrıçasına böyle notlar vermeye bayılırdı. Otururlarken ve artık ciğerleri sihirle dolmuşken, ikisinin de boğazları yanmaya başlıyor. “Ateşsen yanacaksın.” Dediğini hatırlıyor katilinin. “Bize su getireyim” diyor sahte ikiz ve ayağa kalkıp iki adım bile atmadan kendisini dansa kaldırıyor. Akılları başlarında olsa bunu bir satranç oyununa benzetebilirlerdi. Ahengin, ritmin böylesini yakaladığına şaşırıyor. Katilinin iki sol bacağı vardı oysa. Yüzleri birbirlerine bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyordu. Dudakları önce hangisinin teslim olacağını belirlemek üzere kareler üzerinde taaruza ve savunmaya geçiyordu sırayla. Yanakları değiyor, kimse teslim olmuyordu. Ta ki şah artık dayanamayıncaya kadar. Uzun uzun öpüp yavaşça onu yatırdığını hatırlıyordu, gerisini değil. Yalnızca bölük pörçük birkaç an var aklında. Neden tamamen teslim olamamıştı? Neden yalan söyleyip içine girmemesi için onu durdurmuştu? Çok hızlı yakınlaştıkları için tedirgin olmuştu. Kendisine en son katilinin dokunmasına izin vermişti. O da hemen kalkıp gitmişti sahnesi doruğa ulaştıktan sonra. Bu sefer de öyle olmayacaktı. Bu sefer kenarda kendi halinde unutulmuş bir figüranlığa razı olamazdı.  Sahte ikiz rahatladıktan sonra jaz müziğin akışına kapılıp kendi kendine mırıldanarak uykuya dalmıştı. Dalmadan önce ettiği tek bir cümle aklına takılmıştı ama, koluna yattığı zaman “alışkınım ben” demesi. O andan sonra bir türlü rahat edememişti. Paranoyaklığının bilincinde yine her şeyi fazla okuduğunu düşünerek rahat etmeye çalıştı. Kolunun üstüne yatıyor, aşağı kayıp çarşafı bulmaya çalışıyor, duvara yaslanıyor ama yerini asla bulamıyordu. Yatağın her bir santiminde iğneler var sanki. Duvarlar üzerine üzerine geliyordu. Birkaç defa omzuna dokundu ikizin. Uyanmayacağından emin olduktan sonra kalktı, elbiselerini yeniden giymeye başladı. Cebindeki bozuk paralar yere düşer de onu uyandırır korkusuyla cebinden çıkarıp başucundaki komodine bıraktı. Komodinin üzerinde iki tane çerçeve vardı. Birinde sahte ikizle beraber bir kız, diğerinde ise kız yalnız başına yalnızca yüzü yansıyordu. Bu sevimli kızın varlığı üzerine çokça düşünmesi gerekmedi. Hala başı dönüyor ve bir an önce buradan çıkması gerekiyordu. Elini kapıya attığında açamadığını farketti. Karanlıkta el yordamıyla anahtarı buldu, sessizce en ufak tıkırtıya bile kubak kabartarak kaçtı evden. Arabasına atladığı an ise yan koltukta bir cüzdan olduğunu farketti. Açıp bakınca sahte ikizin unuttuğunu anladı. Sabah uyanınca bu ikiz, başucunda bir sürü bozuk parayı bulacak fakat kendisiyle cüzdanını boş yere arayacaktı evin içinde. Bu sahnenin kendisini nasıl göstereceğini düşününce gülmeye başladı. Fakat artık geriye dönemezdi. Mecburen ertesi gün işe gitmek için evden ayrılmadan onu yakalaması gerekiyordu. Eve varıp kendi yatağında rahatı bulduğunda huzursuzluğun hala yakasını bırakmıyor olması onu şaşırttı. Mekan değişmiş fakat kokusu onu takip etmişti. Hayallerinin ve korkularının arasında uyuyakaldı. Sabah uyandığında hemen duşa girdi, bir önceki gecenin izlerini silmek istediğinden kaynar suyla derisini kazıya kazıya yıkandı. Saçlarından su damlaya damlaya yeniden dün gece kaçtığı evin kapısında buldu kendini. Şaşırmış bir ifadeyle açılan kapının ardındaki gözleri tartamıyordu şimdi. Oysa dün gece ne kadar farklıydılar. Aynı dört duvar, aradan anlar geçmiş ve şimdi ruh halleri ikisini de bambaşka iki insan yapmıştı. Cüzdanı kendisine teslim ettikten sonra en azından onu işe bırakabileceğini teklif edebilirdi. Sahte ikizi işe bırakırken sadece sarılabildi. Birbirlerine numaralarını vermek bile daha yeni akıllarına geliyordu.

Aradaki hafta boyunca ara sıra aklına geliyordu. Derin bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu oysa. Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediği birine bu kadar yakınlaştığı için arada duyması gereken vicdan azabını duyduğundan emin olduktan sonra rahatlıyor ve ihtimalleri düşünüyordu. Haftasonu çalıştığı yere, bir fuara gittiğinde ona standlardan birinde rastladı. İşleri olduğu için ona selam vermekle yetindi. Daha sonra ise gelen mesaja şaşırdı; “kayboldun!” Bunu bir alışkanlık haline getirdiği doğruydu. Kaybolmayı seviyordu. O sırada entellektüelliği çok satan kitaplarınca onaylanmış bir yazarın yavan, fakat talep edilen konuşmasını dinliyordu. Konuşma bittikten sonra aynı standa uğradı fakat onu göremedi. Muhtemelen bir daha görüşemeyeceklerini düşünerek dışarı sigara içmeye çıktı. Duman ciğerlerini iyice acıtsın diye içinde tutarak sigarasını içerken sahte ikizin yemeğe çıktığını bildiren mesajını okudu. Kendi yerini de söyledi, fakat yanına gelmeyeceğinden emindi. Halbuki gelmesini ne kadar çok istiyordu. Biraz konuşabilmek istiyordu. Biraz daha tanıyabilmek. Onda samimi bir şeyler bulabileceğini düşünüyordu. Dağılmış kafasının ücra köşelerinde bir yerlerde karanlığa dair, aydınlığa dair bir savaş vardı ve kendi barikatlarına benzetiyordu. Önce bir daha geri dönmeyip yanındaki arkadaşına kitaplarını başka bir zaman alması gerektiğini hemen buradan eve dönmeleri gerektiğini söyledi. Sonra sigarasından son nefesini aldı ve geri dönüp en azından bir kez daha onu görmesi gerektiğine karar verdi. Hem de kitaplarını da alabilirlerdi böylece. Standa geri döndüğünde onu orada buldu. Bir roman sordu, fakat kalmamıştı. Etraftaki bakışların arasında sanki koluna mı dokunmuştu? Elinde bir yakınlık, bir tanıdıklık? Belki de ona öyle geliyor. Gerçekliğin tekil olmayışına lanet ederek anlam atfetmeyi sonlandırdı. Sonra beklemediği bir teklif geldi karşısından. Sahte ikiz kendi kitabını ödünç verebileceğini söyleyerek akşam onu evine davet etmişti yeniden. Emin olamadı. Akşam başka planları vardı. Yine de bu teklife sevindiğini farketti, yeniden bir bağlantı kurulabileceğini düşündü. Demek nefes alınacak ihtimallerin bir doğumuna dalalet olabilirdi bu heyecan. Kesin bir cevap veremeyerek uzaklaştı. Arkadaşıysa ısrarlıydı. Her zaman diğer işleri çözebilirlerdi. Eğer biraz olsun heyecanlanabildiyse, akşam gidip onu görmeliydi. Neler olacağını kestiremiyordu, fakat neden parfüm sıkıyordu? Neden makyaj yapıyor, neden nasıl göründüğüne bu kadar dikkat ediyordu? Akşam daha önce kaçtığı evin kapısını yeniden çalana kadar kendine bile anlam veremiyordu. Bir kahve içip kitabını alıp eve geri gelecekti muhtemelen. Ne yazık ki öyle olmadı. Kahvesini içiyordu evet, ama sahte ikiz saçlarıyla oynarken. Geçen defa alkol ve dumanların altında sağlıklı düşünememiş olabilirlerdi, fakat bu gece ikisi de rasyonel kararlar alabilecek durumdaydılar. Almamaları, fiziksel çekimin bir oyunu mu, yoksa her ikisinin de monolog ihtiyacından mıdır bilinmez, başlarına daha çok iş açacaktı. Sahte ikiz kendisinden masaj yapmasını isteyince bunu reddetmedi. Sırtında parmaklarını dolaştırıyor, benlerini tek tek inceliyordu. Söylenmemiş sözler nereye gömülür bilinmiyor, fakat dokunulmamış benler kendi tenine pek güzel yerleşiyordu. Omur iliğinin hizasından boynuna doğru ince bir çizgide onu öpmeye başlamıştı şimdi. Onu istediğine karar vermişti, bu sefer kaçmayacaktı. Baş ucundaki komodine ilişti yeniden gözü. Bir an gülümsedi. Çerçeveler onunla alay ediyordu da haberi yoktu o an için. Sahte ikiz kendisini sert bir şekilde geriye çekti. Artık tamamen bütünleşmişler, yalnızca içgüdülerini takip ediyorlardı. Üstü başı ikizle kirlendikten sonra ter içinde temizlenmeye başladılar. Soğuk su bedenine değdikçe ürperiyordu. Başı dönüyordu, ama mutluluktan. Hevesinin kursağında kalacağından bir haber yanına yattı. Bu gece sonunda yanında uyuyabilecekti. Yarın umurunda bile değildi. Yarın ikisi de yeniden ölebilirlerdi. Şu an yaşıyorlardı ve aldıkları nefes onlara yetiyordu, gerisi hikaye. Türküler dinletiyordu ona. Acıdan, samimiyetten, umuttan ve oyunlardan bahsediyorlardı. Umudun imkansızlığını savunan ikize şaşırmadı. Katiliyle benzeştiği noktalardan biriydi bu umutsuzluk hissi. O anda dövmesinin yeni bir anlamını keşfetti. Evet, nefes aldığı sürece umut ediyordu. Umudunu tükettiği anda ise nefesini zamanından önce kesmek zorunda kalacaktı, başka çıkışı yoktu. Konuşarak, tenlerini birbirlerinden ayırmayarak, türkülerini dinleyerek uzandılar. Ta ki melun bir soruyu sormak aklına gelinceye kadar. “Bu kimin?” Gelen cevap öylesine rahat verilmiş, öylesine sıradan bir ses tonuyla aktarılmıştı ki olağanlığına şaşırmadan yapamadı. “Sevgilimin.” Az önce en derin yerlerinde gezinen parmakları baş ucundaki resme işaret ediyordu. Bir süre hiçbir şey yapmadan kalakaldı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Bir kez daha kaçması gerektiğinden başka. Hemen kalktı, giyindi. Arkasından gelen ikiz kendisinden özür diliyordu. “Ben böyle öğrenmeni istemezdim. Saklamak gibi bir niyetim de yoktu inan. Çok özür dilerim.” Kendi aklında ise bambaşka düşünceler var, şu an şok olması dışında bir şey hissetmiyor olması fakat çok da öfkelenmemiş olması gibi. Ağzından dökülüyor kelimeler hiç düşünülmeden, rahme düştüğü gibi; “üçüncü kişi olduğumun farkında değildim. Bunu sık yapıyorsun sanırım? Ben çok yanlış anlamışım, ama daha önemlisi benim gibi değersiz birinden özür dilemen gerekmez, sevgilinden özür dilemelisin.” Kapıyı ısrarla açmak istemiyor sahte ikiz, ona sarılıp sarılamayacağını soruyordu. Yalnızca başını hayır anlamında iki yana sallamakla yetinebiliyor, göz göze gelmekten hunharca kaçınıyordu. Son bir cümle söylemek için arkasını döndü nihayet kapı açıldığında. Bir anda değmeyeceğini düşündü ve merdivenlerden artık kendini tutamayarak ağlaya ağlaya inmeye başladı. Elinden geldiğince sessiz olmaya çalışıyordu. Daha sonra kenarda sigarasını yakıp gidebileceği bir eve ararken balkonda onu gördü. O muydu? Aşağı inen birini seçti, sonra karanlıkta biraz bekleyip yeniden yukarı çıkanı izledi. Benzetiyor ama anlam veremiyordu. Onu tutsa kolundan ne diyecek? Ne anlamı kalacak. Bu nasıl aklanabilir? Aklanmalı mıdır? Bu neden bir aldatmadır? Halbuki herkesçe paylaşılan gerçekte yargılanmıyor olsalardı, gözleri üzerlerinden atabilselerdi bu fiziksel çekim, bütünleşme yalnızca bir anda saklı kalırdı. Ne Sahte ikizin sevgilisine duyduğu aşk kirlenirdi, eğer kirlenmekse bu, ne kendisini düşüreceği bir konum olmazdı ne de sevgilisinin değersiz hissetmesine sebep olacak bir durum. Ancak çoklu gerçeği insanlara anlatamayacağının farkındaydı. Kızması gerektiği için ona kızacaktı, çok doğal olarak kendini gerçekleştiren iki insan bunu bir sır, bir leke olarak koyunlarında büyütüp anın gelişine göre besleyecekti. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder