12 Kasım 2014 Çarşamba

Dene - I

Yazıyorlar yazıyorlar. Herkes bir şekilde diğerinden inanılmaz bir biçimde farklı olduğunu düşünüyor. Herkes bir şekilde parlayacak. Yazıyorum Yazıyorum. Herkesten inanılmaz bir biçimde farklı olmadığımı düşünüyorum. Bir şekilde asla patlayamayacağım. İsmim ona göre konmamış. Bedenim öyle evrilmemiş. Gregor Samsa’ya kahkaha attıracak bir zavallılık.  Kanon eserlere gönderme yapayım da kültürel birikimimi anlasınlar. Okuyorlar, okuyorlar. Anladıklarını düşünüyorlar. Herhangi birinin herhangi bir düşünceyi tamamıyla anlaması mümkün mü? Gerçeğe erişmek. Tekil, objektif, yanılsamalar olmadan gerçek.  Nasıl güvenilir. Nasıl güvenilir? Okuyorum, okuyorum. Ben bir adamı anlıyorum. Çünkü anladığıma inanıyorum. O an yaşadığımız sürece ben onu anlıyorum, keza o da beni anlıyor. Gözlerimin içinde yaşadığından şüphem yok. Geriye dönüp baktığımda şu andan baktığım için o anın değeri düşüyor. Yabancılaşıyorum. O an halbuki, o an her şeye değerdi. Okumuştum. Düşünmüştüm, yeteri kadar inanmıştım. Enteresan bir şekilde beni ona iten bir şey vardı cinsel çekimden bahsetmiyorum elbet burada aklı karışan okuyucularımıza borçlu olmadığım bir açıklama yapma ihtiyacı hissederek söylüyorum. Tam tersinin mümkün olmadığı bir eylemden bahsediyorum. Bir silah patladığında örneğin kurşunun hızıyla silah kendini geri atar. Fizik kurallarına göre atmak zorundadır. Mecburdur. O mecburiyetle ona doğru itilmiştim. Dokunmasam bile olurdu ama yanında olmasam o an olmazdı. Kaldı ki dokunmak fizik teorilerine göre zaten imkansız. İki maddenin birbirine tamamıyla dokunması. İki insanın birbirine değmesi, böyle bir şey yok. Yokluktan emin olabiliyoruz. Farazi pek çok duygudan emin olduğumuz gibi, neden? Çünkü onları biz kurduk ve her boşluğunu doldurduk. Halbuki aklımızın kurmadığının dışında keşfettiğimiz ne az şey var.

---

Karanlık virane bir sokağın en ucunda oturuyor. Gözleri etrafta kendine tehlike arz edebilecek her şeyi taradı. Bulamayınca üzüldü. Sakin bir gece olacaktı yine. Yaratıcılıktan nasibini almamış bir yazarın rahminden doğduğuna lanetler okuyarak dirseğinin biraz üstünden kemerini bağlayıp iyice sıktı. Birazdan mutlu olacaktı. Kusursuz bir mutluluk, çabuk biten cinsten. Şırınganın ucu derisini delerken, vücudunu daha önce delmiş olan diğerlerini düşündü, onca erkek. Acıya katlanmanın güzel yollarından biri daha önce yaşanmış daha derin acılara nasıl katlanıldığını düşünüp güç bulmaktır. O da böyle katlanıyor. Neden ölmek istiyor sorusu artık sıkıyor bizi. Neden yaşamak istemiyor da kendi içinde bir pozitivizm barındırmıyor mu? Sadece mutlu olmak istiyor. Yaşamak veya ölmek değil. Her iki kavrama da haddinden fazla anlam yüklemenin yanlışlığını defalarca doğrulamış bu arkadaşımız. Damarlarına ağır ağır, gizli gizli karışan bu mucizevi iksir sonunda işe yarıyor. Kendisini yeniden canlanmış olarak bir başka yerde arıyoruz.

Aydınlık, her yeri altın saçılmış gibi parlayan bir villanın havuz başında oturuyor. Hayatı boyunca zorluk çekmemiş, ve çekmeyecek olan insanlar vardır ya? Yoktur diye cevaplayan dostlara selamlar olsun ki onlar hayatı tanımışlar ve öylesine yorulmuşlardır ki böylesine yaşayan zengin çocuklarının hayatlarında her şeyi delicesine kolay elde etmiş dünyadan bihaber yaşamalarına katlanamadıklarından kendilerini “e onların da elbet var bi dertleri, herkesin yok mu şu hayatta” diye diye inandırmışlardır. Daha gerçekçileri vardır ki bu rahatlığının sonuna kadar farkındadırlar ve herkes bundan nasibini alabilsin diye davaları uğruna itilmiş, paralanmış, mahkum edilmiş, fakat kaybetmişlerdir. Çünkü güç her zaman haklıdır. Bu bir doğa kanunudur. İnsanın doğayı kontrol etme çabası içinde geçen yüzyıllar boyu evrilmesi süresince bu içgüdüsel güç savaşını olumlu bir ibreye çeviremeyişi eşitlik inancını yerle bir ediyor. En azından aydınlıkla başlayan cümleler kuran biri için. Fakat konumuz şu an bu düşünceleri asla kayda değer bulmamış birinin havuza atlamasıyla ve gündelik olağan dertlerini suya bırakma çabasıyla dağılıyor. Su bütün vücuduna hakim oluyor ve tam bir teslimiyet duygusuyla ciğerleri basınçtan patlayacakmış gibi olana kadar kollarındaki tüm kaslarını hissederek her kulaçta biraz daha özgürleşerek yüzüyor adonis misali bu genç insan. Gözlerini yakan klordan mıdır bilinmez, suyun renginin gitgide kırmızıdan pembeye doğru dağılan tonlarına hayran oluyor. Parmaklarının ucuyla tonların her birini değiştiriyor. Şimdi en dipte. Kulaklarının uğuldaması tanıdık bir ritme, sirenlere dönüşüyor. Sirenler onu çağırıyor. İki kolundan onu kavrayarak yarı bellerinden aşağısı balık oluşlarının rahatlığıyla onu karanlığa doğru çekiyorlar. Gitmek istemiyor. Henüz değil. Tek bir anın ne kadar uzun olabileceğini daha önceden deneyimlemiş olan bu seferki atlayışın kısalığı yüzünden bir anda geriliyor. Gözlerindeki yaşları etrafındaki su geri itiyor. Sıkışıp kaldılar orada. Sirenler onu kendi krallıklarına götürüyorlar. Gitmek istemese de karşıkoyacak gücü yok. Vurgun yiyeceğini düşündüğü esnada ses hızından daha kuvvetli bir hızda yukarı doğru çekiliyor, çekildikçe oluşan hava boşluğu su damlalarını köpüklere çeviriyor. Köpüklerle beraber yeniden yüzeye çıkarken bunun bir doğuma ne kadar benzediğini fark ediyor. Doğmayı da kendi seçmemişti. O zaman da uyandığında ciğerlerinin acısından ortalığı yırtan bir çığlık koyvermişti.

Çığlıkları, üstü başı onu karanlığa karıştıran çamurla kaplı olan bu arkadaşımızı polislerin elinden kurtarmaya yetmiyordu. Saç diplerinden ayak uçlarına kadar titriyordu. Göğüs kafesi patlayacaktı birazdan, nabzı öyle yüksek. Her bir kalp atışında kulakları uğulduyordu. Gecenin bir yarısı bu sokakta bu adamların ne işi var sanki. Mutluluğunu ne hakla bölüyorlar? Hakikaten, bu izbe yerde mutluluğu arayacak kadar düşmüş bir insanın elinden onu hayata taşıyan tek şeyi neden almak istiyorlar? Onlara bu hakkı kim tanıyor? Ne yazık ki polis arabasının kapısı bu soruların da cevaplarının üzerine kapandı. Arka koltukta elleri kelepçeli otururken artık bağırmaktan vazgeçmiş olan arkadaşımız birazdan adaletin kendine hangi pozisyonlarda tecavüz edeceğini düşündü. En son böyle uyandırıldığında bir daha uyanmamak için dişlerini bileklerine geçirmiş, kemire kemire damarlarını parçalamaya çalışmıştı. Razı olmaktan başka çaresi yok. Çaresizlik. İnsana ait duyguların en tiksindiricisi. Midesi o kadar kazınıyor ki kusacak gibi oldu. Başka bir alemdeki gözleri bu dünyaya alışırken yavaşça görüşü de yerine gelir gibi oldu. Hala etrafı bulanık görse de neredeyse sabah olduğunu seçebildi. Şaşkınlıkla güneşin her gün doğmak için sabırsızlığını bir kez daha izledi. Güneş doğarken kana boyandı. Eli alnına gitti, damla damla kızıl tanecikler sol gözüne iniyordu. Terine karıştıkça damlaların tonları pembeye doğru değişiyordu. Keçe gibi olmuş dilinde tortu birikmiş, kimi çiğnemeyi unutmaktan çürümüş dişlerinin etrafında gezdirdi. Klor tadı boğazını yakıyordu.

Yüksek lacivert duvarlı kaleye geldiklerinde uyukluyordu. Çekiştiriyorlar mı onu, kalkacak takadi olmadığı için mi kollarından sürüklüyorlar belli değildi. sigaradan sararmış bıyıklarıyla takım İki ön dişi haddinden uzun olan adam rütbesinin her dirheminin ağırlıyla konuşuyor şimdi. Ne dediğini anlamıyor. Ne anlatıyor? Gerçeği mi, olması gerekeni mi? Her ikisini de nasıl kurduklarını mı yoksa? Uzun gri koridorlardan geçiyor, her adımla hatırlıyordu. Ansızın avası çıktığı kadar bağırmaya başladı. Onu taşıyan dört kol, dudakları seğiriyor sandılar. Narkoza verdiler. Oysa kendi sesinin yankılarının duvarlardan geri çarpıp yüzüne indiğine yemin edebilirdi. Demir parmaklıklara aşina olduğundan içeri girerken temkinli olmayı ihmal etmedi. Daracık bir oda bekliyordu onu. Göğüs kafesine benzetti burayı. Bu izbe yerde atan tek kalp olmanın ağırlından belki parmaklıklara yapıştı. İki eliyle sımsıkı kavradığı demir parmaklıktan kendini aşağı doğru kaydırdı. Yere çömelmişti şimdi. Ritmik hareketlerle bir ileri bir geri gitmeye başladı. Kendi göğüsünden fırlamaya çalışan organa hakim olmaya çalıştıkça bilinçsiz olarak bu hantal kalenin damarlarına kan pompalıyordu. Bundan besleniyorlar. Karşısına geçmiş çaresiz çırpınan bu et ve kemik yığınına acıyorlar. Acıyor. Birinin canı, diğeri ona. Merhameti öte dünyada yanmaktan ötürü korkusundan doğan acıyor elbet, aşağılamanın zevki arttırdığını daha önce deneyimlemiş olan değil. Hiç merak etmediler nereden geldiğini. Hiç konuşmamış olmasını dilin tutkunluğuna verdiler daha önce. Türkçe bilmediğini kimse farketmedi. Aynı dili konuşsalar ne olacaktı ki sanki?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder