Yazıyorlar yazıyorlar.
Herkes bir şekilde diğerinden inanılmaz bir biçimde farklı olduğunu düşünüyor.
Herkes bir şekilde parlayacak. Yazıyorum Yazıyorum. Herkesten inanılmaz bir
biçimde farklı olmadığımı düşünüyorum. Bir şekilde asla patlayamayacağım. İsmim
ona göre konmamış. Bedenim öyle evrilmemiş. Gregor Samsa’ya kahkaha attıracak
bir zavallılık. Kanon eserlere gönderme
yapayım da kültürel birikimimi anlasınlar. Okuyorlar, okuyorlar. Anladıklarını
düşünüyorlar. Herhangi birinin herhangi bir düşünceyi tamamıyla anlaması mümkün
mü? Gerçeğe erişmek. Tekil, objektif, yanılsamalar olmadan gerçek. Nasıl güvenilir. Nasıl güvenilir? Okuyorum,
okuyorum. Ben bir adamı anlıyorum. Çünkü anladığıma inanıyorum. O an yaşadığımız
sürece ben onu anlıyorum, keza o da beni anlıyor. Gözlerimin içinde
yaşadığından şüphem yok. Geriye dönüp baktığımda şu andan baktığım için o anın
değeri düşüyor. Yabancılaşıyorum. O an halbuki, o an her şeye değerdi.
Okumuştum. Düşünmüştüm, yeteri kadar inanmıştım. Enteresan bir şekilde beni ona
iten bir şey vardı cinsel çekimden bahsetmiyorum elbet burada aklı karışan
okuyucularımıza borçlu olmadığım bir açıklama yapma ihtiyacı hissederek
söylüyorum. Tam tersinin mümkün olmadığı bir eylemden bahsediyorum. Bir silah
patladığında örneğin kurşunun hızıyla silah kendini geri atar. Fizik
kurallarına göre atmak zorundadır. Mecburdur. O mecburiyetle ona doğru
itilmiştim. Dokunmasam bile olurdu ama yanında olmasam o an olmazdı. Kaldı ki
dokunmak fizik teorilerine göre zaten imkansız. İki maddenin birbirine
tamamıyla dokunması. İki insanın birbirine değmesi, böyle bir şey yok.
Yokluktan emin olabiliyoruz. Farazi pek çok duygudan emin olduğumuz gibi,
neden? Çünkü onları biz kurduk ve her boşluğunu doldurduk. Halbuki aklımızın
kurmadığının dışında keşfettiğimiz ne az şey var.
---
---
Karanlık virane bir
sokağın en ucunda oturuyor. Gözleri etrafta kendine tehlike arz edebilecek her
şeyi taradı. Bulamayınca üzüldü. Sakin bir gece olacaktı yine. Yaratıcılıktan
nasibini almamış bir yazarın rahminden doğduğuna lanetler okuyarak dirseğinin
biraz üstünden kemerini bağlayıp iyice sıktı. Birazdan mutlu olacaktı. Kusursuz
bir mutluluk, çabuk biten cinsten. Şırınganın ucu derisini delerken, vücudunu
daha önce delmiş olan diğerlerini düşündü, onca erkek. Acıya katlanmanın güzel
yollarından biri daha önce yaşanmış daha derin acılara nasıl katlanıldığını
düşünüp güç bulmaktır. O da böyle katlanıyor. Neden ölmek istiyor sorusu artık
sıkıyor bizi. Neden yaşamak istemiyor da kendi içinde bir pozitivizm
barındırmıyor mu? Sadece mutlu olmak istiyor. Yaşamak veya ölmek değil. Her iki
kavrama da haddinden fazla anlam yüklemenin yanlışlığını defalarca doğrulamış
bu arkadaşımız. Damarlarına ağır ağır, gizli gizli karışan bu mucizevi iksir
sonunda işe yarıyor. Kendisini yeniden canlanmış olarak bir başka yerde
arıyoruz.
Aydınlık, her yeri altın
saçılmış gibi parlayan bir villanın havuz başında oturuyor. Hayatı boyunca
zorluk çekmemiş, ve çekmeyecek olan insanlar vardır ya? Yoktur diye cevaplayan
dostlara selamlar olsun ki onlar hayatı tanımışlar ve öylesine yorulmuşlardır
ki böylesine yaşayan zengin çocuklarının hayatlarında her şeyi delicesine kolay
elde etmiş dünyadan bihaber yaşamalarına katlanamadıklarından kendilerini “e
onların da elbet var bi dertleri, herkesin yok mu şu hayatta” diye diye
inandırmışlardır. Daha gerçekçileri vardır ki bu rahatlığının sonuna kadar
farkındadırlar ve herkes bundan nasibini alabilsin diye davaları uğruna
itilmiş, paralanmış, mahkum edilmiş, fakat kaybetmişlerdir. Çünkü güç her zaman
haklıdır. Bu bir doğa kanunudur. İnsanın doğayı kontrol etme çabası içinde
geçen yüzyıllar boyu evrilmesi süresince bu içgüdüsel güç savaşını olumlu bir
ibreye çeviremeyişi eşitlik inancını yerle bir ediyor. En azından aydınlıkla
başlayan cümleler kuran biri için. Fakat konumuz şu an bu düşünceleri asla
kayda değer bulmamış birinin havuza atlamasıyla ve gündelik olağan dertlerini
suya bırakma çabasıyla dağılıyor. Su bütün vücuduna hakim oluyor ve tam bir
teslimiyet duygusuyla ciğerleri basınçtan patlayacakmış gibi olana kadar
kollarındaki tüm kaslarını hissederek her kulaçta biraz daha özgürleşerek
yüzüyor adonis misali bu genç insan. Gözlerini yakan klordan mıdır bilinmez,
suyun renginin gitgide kırmızıdan pembeye doğru dağılan tonlarına hayran
oluyor. Parmaklarının ucuyla tonların her birini değiştiriyor. Şimdi en dipte.
Kulaklarının uğuldaması tanıdık bir ritme, sirenlere dönüşüyor. Sirenler onu
çağırıyor. İki kolundan onu kavrayarak yarı bellerinden aşağısı balık
oluşlarının rahatlığıyla onu karanlığa doğru çekiyorlar. Gitmek istemiyor.
Henüz değil. Tek bir anın ne kadar uzun olabileceğini daha önceden deneyimlemiş
olan bu seferki atlayışın kısalığı yüzünden bir anda geriliyor. Gözlerindeki
yaşları etrafındaki su geri itiyor. Sıkışıp kaldılar orada. Sirenler onu kendi
krallıklarına götürüyorlar. Gitmek istemese de karşıkoyacak gücü yok. Vurgun
yiyeceğini düşündüğü esnada ses hızından daha kuvvetli bir hızda yukarı doğru
çekiliyor, çekildikçe oluşan hava boşluğu su damlalarını köpüklere çeviriyor.
Köpüklerle beraber yeniden yüzeye çıkarken bunun bir doğuma ne kadar
benzediğini fark ediyor. Doğmayı da kendi seçmemişti. O zaman da uyandığında
ciğerlerinin acısından ortalığı yırtan bir çığlık koyvermişti.
Çığlıkları, üstü başı onu
karanlığa karıştıran çamurla kaplı olan bu arkadaşımızı polislerin elinden
kurtarmaya yetmiyordu. Saç diplerinden ayak uçlarına kadar titriyordu. Göğüs
kafesi patlayacaktı birazdan, nabzı öyle yüksek. Her bir kalp atışında
kulakları uğulduyordu. Gecenin bir yarısı bu sokakta bu adamların ne işi var
sanki. Mutluluğunu ne hakla bölüyorlar? Hakikaten, bu izbe yerde mutluluğu
arayacak kadar düşmüş bir insanın elinden onu hayata taşıyan tek şeyi neden
almak istiyorlar? Onlara bu hakkı kim tanıyor? Ne yazık ki polis arabasının
kapısı bu soruların da cevaplarının üzerine kapandı. Arka koltukta elleri
kelepçeli otururken artık bağırmaktan vazgeçmiş olan arkadaşımız birazdan
adaletin kendine hangi pozisyonlarda tecavüz edeceğini düşündü. En son böyle
uyandırıldığında bir daha uyanmamak için dişlerini bileklerine geçirmiş, kemire
kemire damarlarını parçalamaya çalışmıştı. Razı olmaktan başka çaresi yok.
Çaresizlik. İnsana ait duyguların en tiksindiricisi. Midesi o kadar kazınıyor
ki kusacak gibi oldu. Başka bir alemdeki gözleri bu dünyaya alışırken yavaşça
görüşü de yerine gelir gibi oldu. Hala etrafı bulanık görse de neredeyse sabah
olduğunu seçebildi. Şaşkınlıkla güneşin her gün doğmak için sabırsızlığını bir
kez daha izledi. Güneş doğarken kana boyandı. Eli alnına gitti, damla damla
kızıl tanecikler sol gözüne iniyordu. Terine karıştıkça damlaların tonları
pembeye doğru değişiyordu. Keçe gibi olmuş dilinde tortu birikmiş, kimi
çiğnemeyi unutmaktan çürümüş dişlerinin etrafında gezdirdi. Klor tadı boğazını
yakıyordu.
Yüksek lacivert duvarlı
kaleye geldiklerinde uyukluyordu. Çekiştiriyorlar mı onu, kalkacak takadi
olmadığı için mi kollarından sürüklüyorlar belli değildi. sigaradan sararmış
bıyıklarıyla takım İki ön dişi haddinden uzun olan adam rütbesinin her
dirheminin ağırlıyla konuşuyor şimdi. Ne dediğini anlamıyor. Ne anlatıyor?
Gerçeği mi, olması gerekeni mi? Her ikisini de nasıl kurduklarını mı yoksa?
Uzun gri koridorlardan geçiyor, her adımla hatırlıyordu. Ansızın avası çıktığı
kadar bağırmaya başladı. Onu taşıyan dört kol, dudakları seğiriyor sandılar.
Narkoza verdiler. Oysa kendi sesinin yankılarının duvarlardan geri çarpıp yüzüne
indiğine yemin edebilirdi. Demir parmaklıklara aşina olduğundan içeri girerken
temkinli olmayı ihmal etmedi. Daracık bir oda bekliyordu onu. Göğüs kafesine
benzetti burayı. Bu izbe yerde atan tek kalp olmanın ağırlından belki
parmaklıklara yapıştı. İki eliyle sımsıkı kavradığı demir parmaklıktan kendini
aşağı doğru kaydırdı. Yere çömelmişti şimdi. Ritmik hareketlerle bir ileri bir
geri gitmeye başladı. Kendi göğüsünden fırlamaya çalışan organa hakim olmaya
çalıştıkça bilinçsiz olarak bu hantal kalenin damarlarına kan pompalıyordu.
Bundan besleniyorlar. Karşısına geçmiş çaresiz çırpınan bu et ve kemik yığınına
acıyorlar. Acıyor. Birinin canı, diğeri ona. Merhameti öte dünyada yanmaktan
ötürü korkusundan doğan acıyor elbet, aşağılamanın zevki arttırdığını daha önce
deneyimlemiş olan değil. Hiç merak etmediler nereden geldiğini. Hiç konuşmamış
olmasını dilin tutkunluğuna verdiler daha önce. Türkçe bilmediğini kimse
farketmedi. Aynı dili konuşsalar ne olacaktı ki sanki?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder