17 Kasım 2014 Pazartesi

Melekle ilk karşılaşma

Tetiğini göğe doğrultan adam, kendi beynine kurşunun tecavüz edişini hissetmeden önce ateş etmenin nasıl bir duygu olduğunu deneyimlemek istedi. Bu halde kemikten farksız kollarını havaya kaldırdığında ayakları da toprağın içindeyken bir ağaçtan farksız, meyvesi de elindeki hayat çalacak şekilde eğrilmiş metal obje. Topraktan aldığını toprağa veriyor. Böyle öğrenmiş. Uzatmanın anı ne kadar bayağılaştıracağını düşündü yazar. Adamın bu acısına bir nokta koymaya karar verdi. Böylesine anları uzatmanın klişeleşmiş bir teknik olduğunun farkında. İnandırıcılıktan yoksun, samimiyetten. Derin bir iç çekip yaşamasının gerçekten bir anlamı olmadığına son kez kanaat getirdikten sonra son eylemi olacak tetiği basmak için işaret parmağını kendine doğru yavaşça çekti. Yankılanarak büyüyen patlama sesini kimse işitmedi. Adam kendisinden başka bu sesi duyan olmadıktan sonra gerçekten bu sesin bir anlamı olup olmadığını düşündü. Hep düşünür. Manasızca ama mantık sınırları içerisinde. Sesin içine işlemesi için biraz bekledi.
“Demek böyle duyulacak. Öldüğümü gören kimse olmayınca, varlığıma ne olacak?”
daha fazla düşünmek onu iyice çıldırttı –artık dahası nasıl mümkünse – ve sinir harbiyle beraber tetiği bu kez kendi kafasına yöneltti. İşaret parmağı bir kez daha gerildi.
Bu noktada herkes bu adamı kurtarmamı bekliyor. En azından yaşamı seven herkes. Bense ölmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bir ilk olur. Zaman akışıyla oynanmamış bir baş karakterin hikayenin en başında ölmesi. En azından farklı. Fakat farklılık çoğu zaman reddedilir. O halde şimdilik nefes almaya devam etsin.
Gerilen parmağı tetiğin üzerindeki baskıyı arttırıp minicik kurşunumuzu beyimizin beynindeki yolculuğuna çıkarmadan tam olarak bir salise önce, gökteki kurşun büyük bir gürültüyle sahibine geri döndü. Üstelik bir meleğin içinde.
Ayaklarının dibine düşen, ve şimdi artık üstü başı kan ve toprak içindeki rengi olmayan varlığa gözleri boyoz gibi bakakaldı beyimiz. Böylesi anlarda mucizeler bekleyen bir insan olmadığından mantıkla açıklamaya çalıştığı bu olayda bu varlık ancak bir paraşütçü olabilirdi. Şansına isabet ettirmişti demek. Bir de katil artık. Harika. Hadi ama böylesine bencil olma orada öylece yatıyor ve sen kendini düşünüyorsun. Herkes her zaman kendini düşünür. İstisnasız.
Silahını yere atarak meleğin üzerine kapanan adam onu kucağına yatırdı ve tam olarak ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Bu noktada bu kurşun en arabesk aşk hikayelerinde olduğu üzere meleğimizin kalbinden geçmeliydi. Ancak geçmiyor ve bu bir aşk hikayesi değil. Karakterimiz de bir melek ve bu onun ismi değil. Lütfen.
Yıldırım hızıyla topraktan tozları kaldırarak yere düşen bu meleğin öldüğünü düşündü adam. Fakat ölmesi için önce yaşaması gerekiyor. Gerekiyor mu? İncelemeye devam ettiğinde kurşunun alnının tam ortasında, iki kaşının ortasında bir yerden geçtiğini gördü adam. Mermerimsi yüzü toprak içindeydi ve kılcal damarları mermere uygun şekilde mor, kırmızı, pembe hatlarla yüzünü kaplıyordu. Meleklerin güzel olduğunu insanların nereden çıkardığını merak etti. Şu an tam anlamıyla çirkin bir şey bu.
Melek kucağında yatarken adam kendi hayatını kurtaranın şans mı kader mi olduğundan emin değildi. Evrenin çalışma şeklini çözebilen olmamasına  rağmen çözdüğünü iddia edenler bir hayli çok olduğundan ne düşüneceğine karar veremiyordu. Ancak şu an hayattaydı ve canı sıkılmıyordu.
Biraz daha nefes almak istiyor,  ve öyleyse tam da bu yüzden izin vermeyeceğiz, ama alabileceğini düşünsün şimdilik.
Melek kucağında huzurlu huzurlu yatıyordu ki birdenbire göz kapakları, saydam gözlerini ortaya çıkararak açıldı. “Ananı sikeyim noluyo!”
Cümleyi beklemeyen okuyucu küfrü biraz sert buluyor. Fakat normal tepkileri yansıtabilmek adına ataerkil bir küfrü yazmanın uygunsuz olmayacağına karar veriyoruz.
“Seni gerizekalı naptığını zannediyorsun!” diye kucağından birden fırlıyor meleğimiz adamın. Büyümeye başlıyor gözleri önünde, daha hiddetli bir sesi var artık; “Sen benim ne olduğumu biliyor musun!” Korkması gereken adamın şaşkınlıkla kendisini izlediğini farkeden melek bu işte bir tuhaflık olduğunu hissediyor. “Neden öyle bakıyorsun? Genellikle türünüz ben bu görüntüde ve seste iletişim kurduğumda kaçar ve ekmeğini faldan çıkarmaya başlar.” Büyüyerek ve sesi kalınlaşarak adama fırça attığını düşünen meleğin karşıda hiçbir tepki yaratmadığını farketmesi zaman alıyor. Çünkü adamın tek gördüğü kendi boylarında berduş kılıklı melek bozuntusu ve çıkardığı ses de bir kız çocuğundan farksız.
İki kaşının ortasını ovalamaya başlayan melek sivilce sıkar gibi kurşunu oradan çıkarıyor. “Zaten bende azıcık akıl olsa en başından isyan ederdim.” Kendinden daha üstün olduğunu düşünen bir varlığın karşısında kendini ispatlama gereğini neden duyduğunu düşünen meleğimiz bunun ancak bir insanın hissedebileceği bir duygu olduğuna kanaat getirerek “işte şimdi sıçtık” bakışıyla yere oturuyor. Bir kere göğü kaybettiğine göre artık toprakla idare etmesi gerektiğini anlayınca da ağlamaya başlıyor. Adam hala elinde silah, şimdi artık dizlerinin önüne çökmüş meleği irdelemeye çalışıyor.
Burada yanlış anlaşılabilecek anların en güzeli yaşanırken yani hayatta kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir adamın dizlerinin dibine çömelmiş insan bozuntusuna doğrulttuğu silahı gören herkesin vereceği tepkiyi verecek bir insan lazım aslında şimdi. Fakat sıradışılaştırmaya uğraştığımız hikayemizin buna ihtiyacı yok. Meleğimiz de bunun farkında.
Meleğimiz, yüzünden toprağı, kiri ve bir yandan gözyaşlarını silmeye uğraşırken ansızın adama bir çelme atıyor ve yere düşürüyor. Neye uğradığını şaşıran adamın elinden düşen silah artık meleğin elinde. “Keşke yaşamana izin verebilseydim. Ancak yazarımız bunu  istemediğini açıkça belirtti. Onu dinlemek zorunda olduğumdan falan değil ama şimdi sen artık sırf başkalarına anlatabileceğin bir şey oldu diye yaşamak isteyeceksin, ben de buna izin veremem. Anlatmam deme hiç, sizin türünüze inanılmayacağını yaklaşık 100 milyon yıldır yukarıdan tecrübe ediyorum.”

Artık beklediğimiz an geldi. Melek adamımızın esasında başladığı işi bitirmek için hamle yapıyor. En başında ölmek isteyen adamın neden yeniden yaşama dönmek istediği bir merak konusu. Herhalde ego, can alma kudretini yalnızca kendine tanıdığından olsa gerek, içgüdü diye aklamaya çalıştığımız yaşama dürtüsüne kuvvet veriyor. Ne yazık ki, meleği durdurabilecek kadar hızlı değil.

Dört Duvar

Dört duvarın tam ortasında bağdaş kurmuş elleri kafasının arasında oturuyor. Kalkması gerektiğini anlıyor kapıya vurmalarından. Ne yazık ki şu an kıpırdamak istemiyor. Ağır ağır kafasını kaldırıp duvarları inceliyor. Solundakinde kırmızının binbir tonu, her biri farklı hücreleri çağrıştırıyor. Her birini farklı açılardan sıçratmış duvara, sonra da temizlememiş. Sağındakine bakıyor, bir zamanlar bembeyazdı. Üzerine binlerce satır karalanmış, üstüste altalta, öyle ki oturduğu yerden harfleri dahi seçemiyor. Yalnızca simsiyah bir boşluk. Arkasına bakamıyor, ama ezberlediği üzere orada baştan aşağı gözler var. Resimlerden kestiği, kendi çizdiği, zorla çizdirdiği binlerce göz kendini izliyor. Karşısındaki renkleri seçemiyor, belli belirsiz sürekli yer değiştiren gölgeler. Güneşin giremediği, ışığın dokunamadığı bu odada gölgeleri kim ya da ne oynatıyor? Kıbleye doğru oturmuş önündeki duvarı inceliyor. Kehanetlerde bulunacak adeta, dile gelse hayatın anlamını fısıldayacak. İnat gibi, susuyor. Dokunmayı deneyebilirdi, daha öncelerde hep eli yanmamış olsaydı. Ruhları doğrarken, oksijensiz akan kanlardan hazırladığı mürekkebiyle yazılar yazdığında onu izleyenler karşılarında ne görüyor? Eylemlerin bini bir para değil mi? Yürümüş dolanmış, doğumun tohumunu atmış, attırmış, nefesleri kesmiş, şimdiyse yorulmuş, oturmuş bu insan müsveddesi neyi bekliyor? Zaman burada akmıyorken saatini kapıya indirilen yumruklarla saymaya başlamış bu garibe hangi darbede ayaklanacak? Kapıyı bir açsa rahatlayacak. Fakat gölgeler. İzin vermiyorlar ki. Karşısında bir o yana bir bu yana, ateşli bir dans tutturmuşlar, gözlere ziyafet çekip kendisini aç bırakıyorlar. Açlıktan ellerini kemirmeye başlıyor. Ahtapot yemişti bir vakitler, insan etine ne kadar benzediğini düşünmüştü. Sol elinin serçe parmağının ucu pespembe, kıvrım kıvrım, lezzetli. Doyamıyor tadına yedikçe, o da devam ediyor. Lokmaları ardı arkası kesilmez bir iştahla indiriyor midesine. Omuzuna kadar kopardığını farketmesi zaman alıyor. Gölgeler memnun, ritmlerini hızlandırıp şölene devam ediyorlar. Gözlerse binlerce farklı renkte onu suçlamaktan vazgeçmiş, bir sonsuzluk yanılgısıyla kandırdıkları mahkumlarının kendi celladı olmasından hayıflanıyorlar. Onu kapıdakiler almalıydı. Fakat izin vermeyecek. Bacaklarını ileri doğru açıp tek kalan koluyla kendini ayağa kaldırıyor. Bedeni ritüele uygun renge boyanıyor vücudunun doğal olarak ürettiği boyayla. Kahkahalar atmaya başlıyor. Sarsılarak yere düşüyor yeniden. Neden en başta böyle oturduğunu hatırlıyor. Çünkü en rahatı artık bu. Duvarlar birdenbire birbirlerine yakınlaşmaya başlıyor. Giderek üstüne kapanıyorlar, fakat hemen değil. Hiçbiri o kadar merhametli değil. Karnı kazınmaya devam ediyor. Kapının kendine yaklaşmış olması hepten huzursuz ediyor kendisini, huzurun ne olduğunu hatırlamaya çalışıyor. Sağ eli hiç olmadığı kadar diri şimdi, şişmiş, kızarmış, yağlı, tam sevdiği gibi. Kemire kemire indiriyor boğazından en küçük parmağından omzuna kadar. Ansızın çok korkuyor, artık kimseyi itemeyecek olmasından. Bir öneminin kalmaması onu ilgilendirmez! Savunmasız kaldı. Ayaklarına damlıyor boyalar. Vücudu morarmaya başlıyor.  Solundaki duvara en taze tonları kendisinden akmaya başlıyor. Sağ tarafında boşluklar belirgin hale gelip önce sembollere, oradan harflere, oradan kelimeler, cümleler ve hikayelere dönüşüyor. Seyirciler gölgelere alkış tutmaları için en keskin bakışlarını atıyorlar. Gölgeler kutluyor bu şanlı merasimi, sonunda bekleyiş bitiyor! Gelmeyenler geride, gelenler duvarda kaldı. Arkasına yaslanmak isterken, kollarının alışkanlığıyla beklediği destek bile gelmeyince yalpalayıp boylu boyunca seriliyor yere. Duvarlar yaklaşıyor. Yaşayan kanlı canlı bir tabut oluncaya kadar küçülüyor oda, bedeninin şeklini alıyor. Bacaklarını da artık hissetmiyor. Midesi, ciğerleri, kalbi, beyni mengenelerce sıkışıyor. Bekleyişin sona ermesiyle son nefesini veriyor derin, uzun, kesintisiz, hırıltılı. Hırıltılar ahenkli bir ritm alıyor, davuldan çıkan tok seslere dönüşüyorlar. Kapı sonunda dayanamayıp kırılıyor. İçeri girenler herhalinden yepyeni olduğu anlaşılan, rengarenk bir odanın tam ortasında bir bebeğin çığlığının ilk nefesini müjdelemesini duyuyorlar. Bekleyiş sürüyor.

Açlık

Avuç avuç zakkum yemiş gibi boğazım yine,
sebebi yolda yürürken ezdiğim karıncalar.
Eski aşıklarımın da dilleri böyle mi yanar?
Karıncalar, karınca olduklarını anladıklarında
çiçeklere tırmanmaya başlar.
Eski aşıklarım her gün kaç çiçeği koklar?
Simsiyah lekelerimce kaldırım kenarlarında kimsenin gözünün değmediği
aşıklarımın ömrü bir yağmura bakar.
Binlerce ayrı zerrecik, tek vücut gibi dolandığı an
Bacaklarımdan yukarı tırmanmaya başlar.
Kimini ezerim, kimi rahmime yürür.
Beynime saklananı ise ancak midas gibiler görür.
Zebanileri bekler kraliçenin kapısında,
her birine tonlarca günah yükler, yine güldürür.
Yaşlarca göz pınarı eskitmişiz, aşığım şimdi mi beni sofraya oturtur?
Zorla zakkumları ağzımın içine tıka basa gömüp, boğdurtur?
sebebi ziyareti belli, yuvamı dağıtacak,
Bir tanrının şımarıklık damlaları
Hepimizin felaket seli olacak.

15 Kasım 2014 Cumartesi

Fırtına Yaklaşıyor

Fırtına yaklaşıyor. Soğuk iliklerime işlerken insanlığımın donduğunu duymaya başlıyorum. İçimdeki ateş çıtır çıtır buzları kırmaya, eritmeye çalışıyor nafile. Yanıyorum, dil buza yapıştığında yanar gibi yanıyorum. Rüzgar gitgide şiddetini arttırmaya başlıyor üzerimde, hakimiyetimin sınırlarını zorluyor. Buraya nereden geldik? Yürümeye çalışıyorum fakat ayak parmaklarım kangren olmuş, olduğum yerde dikiliyorum. Kim kesecek şimdi onları? Umursamadan adım attığımı varsayarak az ilerdeki hortumun beni yutacak ağzına doğru ilerlediğim yanılgısına kendimi bırakıyorum. Islak yanaklarım kristalize olmuş, mermerden bir heykel gibi olağanca şahaneliğim, dokunulmazlığım, kalıba dökülmüşlüğüm ile dikiliyorum. Dokunsalar dağılacağım, küçük bir temas bile darmadağın etmeye yetecek. Buraya ateşten geldik. Özümde aslında kor var. Nasıl donduğu ise uzun bir hikaye. Zamanımız var, var çünkü bizzat ben yarattım.

Anlatılmaya değecek bir hikaye aramaktan bıkıp sonunda kendi hikayemi yazmaya karar vermem çok sonraki anlara denk gelir. Bana göre hayat zamandan ziyade anlardır. Fotoğraf kareleri gibi üst üste birikmiş, kare kare ilerleyen anlar. Kol saatime bakıp zamanın ne kadar yapay olduğunu sorguladığım andan beri kurduğum hayallerle var olan anılarımı karıştırdığımı fark ettiğimde bunu ancak bu karelerle çözebileceğimi anlamıştım. Gerçekle, kurulanın dışında bir gerçek varsa eğer, bağımı ancak bu şekilde güçlendirebilirdim. Deklanşöre basan bensem eğer bir hayal olduğundan emindim. Karenin içinde yer aldıysam da anı olduğundan. Gün geldi, biri deklanşöre benim elimi tutarak bastı, fotoğrafın tam ortasında yine ikimiz. Tek bir an. Tek bir dokunuş. Sonsuza kadar hapsolmamıza yetti.

Bir odaya çağırmıştı beni, gelemeyeceğimi söylediğimde ise korkaklığımı yermişti. Burjuva demişti, aristokrat seni! Terimlerden nefret eden, izmlerin kendisini boğduğunu iddia eden, fakat anarşizm kelimesinin son üç harfine takılamayacak rahatlıkta bir İzmir serserisi. Sen demişti, bana bir tereddütün romanını okutacaksın. Ben onu yazdıklarıyla okuyordum, oysa beni başka bir yazarın kelimelerinden. Pek tabii ikimiz de yanılıyorduk. Birbirimizi okumamızla bitirmemiz bir oldu. Tek bir an. Donup kalmış bir bakış. Dişlerimi kenetlemiş kara bulutlara bakarken, o odayı terk ettiği an, bu anı hatırladım.

Dudaklarımız da birbirine kenetlenmişti bir vakit. Bana ona olduğundan daha fazla anlam ifade ettiğini şimdi rahatlıkla söyleyebilirim. O halde bu bir anı, mesela. Hayallerimde çok daha farklı bu an, fakat hayallerime sarkıntılık etmenize gerek yok. Üzerimde ağırlığını hissederken o andan tam olarak 3 milyar an sonra kapıyı arkasından çekip kapatacağını bilmiyordum tabii. O an benimdi. O an onundum. Sonrasında iki ayrı fotoğraf var. Birinde ben yokum. Diğerinde ikimiziz. Hangisi benim? Hiçbiri onun değil.

O an ben yalnızım. Kapıyı çekip çıktım. Boğuluyordum. Nefes almayı umarken boğulmak, çarelerin tükendiğini hissetmek bu. Arkamdan bakakaldığını biliyorum. Artık onun nefesinin kokusunu bile biliyorum, anlamak zor değil. Saçlarının kokusundan vazgeçemediğim o anla şu an arasında bir ömür yok. Yalnızca farklı ömürler var. Kesişip duran kareler. Odanın içine onu çağırdığımda onu istediğim her şeyin plastiği yapmıştım. Yanmasını istedim. Ben sönmek isterken hem de. Cayır cayır yandığında ise is kokusundan yanında kalamaz oldum. Tabii gidecektim, kalıp napacağım?
İrislerimin çalkalanıp durulduğu çukurlarım tavanın aksi hizasında yuvalarından çıkmak isterken, kareleri saklayan merceklere lanet okumakla meşguldüm. Bu hatırlamak istemediğim anların başında geliyor. Hatırlamak istediklerim çok uzak bir anda. Çekip çıkarıyorum, kırmızı bir gecelik adlı klasörden.

Kırmızı geceliği yastığının üzerine serdim. Üstümden daha çok yakışıyor gibi gelmişti. İlla bir kumaşın üzerinde uyuyacaksa bu benim teniminki olsun diye düşündüm. O da uyudu. Haplarını almaksızın uyudu. Ben öyle istedim. Bu fotoğrafta içtiği ilacı arkasına saklamış. Huzurunu ben göğsüme vermiştim.

Bense huzuru göğsüne yatmadan 4 milyar an önce suyla beraber mideme gömdüğüm küçük mavi birleştirilmiş toz taneciklerinde bulduğumu biliyorum. Yine de bu ilüzyonu yaşamak keyifli. Sıcaklığı bir kadının bedeninde bulabilmiş olma yanılgısı, en azından ısıtıyor. Eti de yanmaya yakın piştiği zaman yemeyi severim zaten. Bağırsa ya bana, kussa ya kinini. Ne yatıyor öyle. Huzursuzluğunun farkındayım. Beni yemeyi sevmesinden nefret ediyorum. Artık onu istemiyorum.

Artık onu istiyorum. Hem de çok. Ona rağmen her şeyi riske atmayı seçebilecek kadar kontrolümü kaybettim. İçimde hafif bir esinti var, yağmasa bari. İçime yağdığında hissettiğim korkunun meşrulaştırılmış hali için onun asla atmayacağı bir imzaya ihtiyacım var. İmzalardan hep korkuyorum. Fotoğrafçıların markalaştığı anlar, pazarlamadan asla vazgeçemeyecekleri anlara tekabül eder. Kör bir alıcıyım, kalemi elime vermeye niyeti var da, beni kaleme aldığı gibi eskilerde yazmaya niyeti yok.

Gitmem lazım. Burada oturamam artık. Utanmasa yağlı boya resmimi yapacak. Niye beni böyle izliyor? Ne düşünüyor, düşünmesin. Düşünürse sıkılırım. Sıkılırsam giderim. Gitmekten sıkılırım. Kalmaksa boğar. Ben bu kareyi daha önce yaşadım. Farklı değil, hiçbir zaman olmadı. Yeni kareler lazım, sabahı bekleyemez. Gitmem lazım.

Bir dinlesen olmaz mı ne saçma bir soru halbuki. Mantığını kullan kızım, olsa dinlerdi zaten. Olduramazsın, tutturdu öldürecek. Gittikten sonra damarlarını yolarsın, azcık sabret sus, dudaklarını bu sefer kendin ısır da sus. Dinlemek istemiyorsa duymayacak. Ağlayamazsın, kıyamazdı ya sana bir an, şu an ince ince etlerinden kasaplık hale getirir. Kestirme. Kesme, korkuyorum. Mazoşistliğim de yanılgılarımdan biri, sadece mutluluğa alışkın değilim. Konuşacak birileri. Herhangi birileri. Herhangi biri olsan yeter, çok önemli olmana gerek yok. Ben seni o hale getiririm. Bak getirdim. Ne için? Tek bir bakış yüzünden. Kurşun kalemi eline al, bomboş bir kağıdı boydan boya bütün kuvvetinle, kalemin ucunu kıra kıra çiz, sayfayı derinden yar bakalım. Kağıdın bakışlarını çekiyor karanlıkta haliyle küçülen merceklerim. Kanamıyorum.

Yaralanmıyor manyak. Oysa öylesine uğraşıyorum. Bir boğuşma bu. Bıçağı dizinin arkasına dayadığımda nasıl korktu. Acıyı seviyormuş, öyle diyor. Ne ikiyüzlülük ama. Beni de sevdiğini söylüyor. Bir dakika hiç söylemedi. İşte bu ona aşık kalabilmem için bir şans. Hele bir aşık dudağı göreyim, yok edeceğim. Kaostan memnunum, huzuru midemi bulandırıyor. Huzuru bağımlılık yapıyor. Başımı döndürüyor. Ben biraz daha kalacağım.

Kalacağını söylüyor ısrarla. Gideceğini biliyorum. Kendi bilincinin arafında sıkıştığı bu felç halini zihnime kazıyıp, dondurup milyarlarca an sonra geri çözülmek üzere saklıyorum. An gelecek, önce kağıtlara sonra da elektronik bir nota çözdüğüm bu bakışa bizzat yeni anlamlar yükleyeceğim. O zamana kadar inanmış gibi yapmayı seçiyorum. Mor Karbasi'den Judia çalıyor arka fonda. Böylece eridikçe zihnimi buğulandıran bu kareye eşlik etmesi için zamanlar sonra değişimden nasibini aklım kadar almayacak tınılar eklemiş oluyorum.

Çok sonra.

Bir gece yarısı Judia çalıyor. Gözlerimin önüne yaprak yaprak fotoğraf kareleri düşüyor. Üstüste biniyor. Ben bir anıyı çözdürüyorum, yalnız yenilerine gebek kalmak üzere.

14 Kasım 2014 Cuma

Felç

Eksiği fazlaydı, yetmediğiyle kaldı.
Kabullenmem zaman aldı,
inandığım her şey rüyaydı.
Açtığım gözlerim sanaydı, yalandı.
Kaybettiğimi bulamadığım ruhun
yakın sandım, uzaktı.
Aşk razı olmaktı, bu da yanlıştı.
Seçim nedir şık yoksa, ama yoktu.
Şimdi gidiyorum, göze aldığım yoldu,
Bıraktığım toprak, gidişim doğumdu.
Ne gelir elden, havaydı suydu,
Çekemeyince, içemeyince yazamadığı sondu.
Bırakmadığı gibi kendi de kaldı.
Sevmedi, gitmedi, ikimizi de böyle tüketti.

Nefes ve Körler

Sıyrıldığın tenin altında ben varım
ayna diye baktığında gördüğünüm
kokumla sarhoşsun, duymadan yapamadığınım
sımsıkı yummuşsun kendini yağmura
başından ayrılmayan bulutunum
şemsiye yalnızlar içindir
yanaklarını ıslatan tuzlu suyum
akmak için yansa da
ben senin gözlerinin dibine gömdüğünüm
özgürlüğünüm.
Dokunmamak için kendini kilitlediğin mahzeninde
dudaklarına sürdüğün zehrinim.
Yandıkça derinin derinliklerine işleyenim
arafta kalmaya ısrarlısın, meleğinim
cennetinim ellerinle tutuşturduğun
düştüm üşüdüm ama yine de ömrünüm,
vazgeçemeyeceğin.
ne olduğumu biliyorum,
başka türlü nasıl olunacağını bilmediğim gibi.
Ben her şey olabilirim,
sense sadece bir nefessin.

---

o kadar ısrarlıyım rüyalarında olmaya
gerçekliğinde kaybolmamışsak ne fayda
bırakamıyorum ki bir yana korkularımı
açamam yeniden yaralarımı
kırıldıysam senden değil, yapıştırdım parçalarımı
ama izleri var diye sorma hesabını
bri araya getirsen beni?
sanki en başından sağlam porselen bebek gibi
yeni gün yeniden yasaklar mı doğursun bana
onların içinde öldüm oysa
ne yazıyor anıtımda bak yakından
çekmem daha aşağıya tutup kolundan
zorlayamam, anlarım, devam etmek istemiyorsan
herkes göze alamaz bu kadar siyahı
renkler birleşir, çok parlarsa kör eder
yine kalırsın karanlığın kucağına
sarılırsın kendi kollarına soğukta
onunkiler yok çünkü burda
sigaramın ucunda dumanlar tüter
hiçbiri seni bana getirmez
ama pişmanlıklarımı siler
susuzluğumu dindirmez belki ama
dudaklarıma azıcık ıslatır
yüzüme su diye iğneler serper
beklediğim bir yorgunluk bu, çoktan göze aldığım
ama battıkça beynime doğru giderler
şimdi gördüğüm her şey gerçek
ama yalnız benim kirpikliermin koruduklarına görünürler
dokunamıyorum diye hepsi birer imge mi olmak zorunda
anlayışsız sefiller
siz de bakarsınız bir başka yüze
ve yalnız görmek istediğinizi görürsünüz
bence de onlar birer hayal, birer yalan
sen bakarsın sevgilidir
o bakar, görmez bile
şimdi söyle kim daha kör bir köpekten
ucuz ilaçlarda kendini kaybeden mi
yoksa yalanlara uyanmadan gözleri açık dolaşan mı?

Mavi Bayrak ve Karalama


En güzel gemi buraya demir attığı için mi,
yoksa nihayet kendi çapamı kuma salabileceğim bir kıyı bulduğumdan mı
bir türlü ayrılamayışım bu koydan?

başka bir şehrin kollarında avunmak ihtimali uzak olduğundan mı
mecburum bu iskelenin yosunlarına
yoksa yeniden açılacak kadar rüzgar henüz yelkenlerimi havalandırmadığından mı

bekleyiş mi yavaş yavaş renginin solması boyaların,
yoksa bir daha asla gitmeyeceğine emin olmak mı
saplanmak mı bir demir kazığa,
tüm kalbinle kalmak mı, azledilmemek mi?

---------------------------------------



Çırpınıyorum
başka yolum yok ama
hangi taşı seçsem
benden önce vuruyor kumun dibine
kime ne
denemekten yıldıysam
ve taşların üstüne düşmek için
bıraktıysam ellerimi
sanki biri gelip geri
çekebilecek mi batan bedeni
hadi diyelim kurtardı onu boğulmaktan
içindekini geri getirmek için
çağırabilir mi birilerini
bulabilir mi gerekli büyüleri
hiç uğraşmak ister mi
nerede hani
kendi isteğiyle düşen meleğin
sesini duyupta acımaktan fazlası için
el uzatacak fani
çünkü yok öyle anlattıkları gibi
peri masalları
ve haberiniz olsun duyduklarınızın hepsi yalandı
ışık yok gittiğiniz yerde
insanlardan yapılma yalanlardı
elbiselerimi çıkardığım yer
daha yenilerini bulabilmek için battığım çamurda
sislerin içinden sizi çağıranda
arada bir hava almak için
can çekişen balıklar gibi alınıp
son defa değil binlerce kez geri verilen
kesik kesik
boğuk nefeslerin birer dumanı

işte bu son nefeslerimden birini
alıp da gittiğim yerde
karşılamadı beni ne bir ateş ne de su
boşluktan daha korktucu bir şey olabilir mi
bu yüzden mi
uydurmak masallar ve hayal etmek prensleri
boşuna hayaller kurmak
gerçekleşmeyecek yalanlar için iç çekmeler
ah ve tüm o zavallı gözyaşları..
gerçek mi sanıyorsun akıttığın tuzlu damlaları
ki sen onları ne ilk ne son defa boca ediyorsun yanağından
ne ilk onun için, ne son başkasına..
o yüzden bırak kendini aklamayı berduş sebeplerinle
sen de en az nefret ettiğin kadar suçlusun, günahkarsın, zavallısın..
insansın işte

Melek

kelepçeli kanatlarım
özgür güya topraklar ya
ben bu kanlı gökyüzünde nasıl uçarım
düzen değişmiyor, altına aldığı değişse de
hep aynı sırt kanıyor
kör olunca katlanıyor da, gözü açıldı mı
gözlükler koyuyor
boğuluyor çünkü kökleri dibe çekiyor
ayakta dursun diye yetiştirdiği
büyüttüğü gövdeyi elleriyle buduyor
şimdi kurumuşsam yaşlardan değil mi
yakarsam hepsinin çıraları kendi ellerinde değil mi
günahları benim mi, bir meleği düşürenlerin mi
ayakları yere bastı diye, yanlış yollara mı sapmalı
ağları daya suratına, uç diye bağır
sonra zamansız imzaları, doğurduklarının nüfusuna attır
yüzümde mürekkebin yok mu, el yazından akan?
yönetmenleri değiştirip, ısıtıp aynı ekmeği mi yiyelim
yaşanmamış cehennemler için günahsızımın kanatlarını kırayım
gençliğimi alnına dayayım, pişmanlıkları da omuzlarına
ağırlığından dikleştiremesin boynunu
saçma sapan bir oyunda bebeği oynayıp emeklesin
unutsun bacaklarını da sürünsün elleri üstünde
benim ellerim nasır tutmuş, körpeninkileri sürmeli
bir zamanlar ısırmaktan kanayan dudakların izleri üstüne
bencil psikopatların tutuklusu, hiç kendini kurtarabilir mi yavrusu?

Gurbet

elimi süremediğim gerçeklerin susuzluğunda
yüzdüğüm topraklarda yetişsem ne olur
güneş işlese damarlarıma,
hiç tatmadığım pınarlar aksa burnumun dibinde
etrafta bir tek ruh daha yokken,
daha kötüsü, o tek ruh yokken
serpilip açsam yapraklarımı,
renklerimi tanımayanlara anlatsam ne olur
uzun gün batımları var daha günlerin uzamasına
kısa geceler var daha uyunacak
unutulacak kabuslar, yaşanacak rüyalar
kelimeleri görsem de, söylemesem
yine de anlamaz mısın, zamanın kumları arasında
gölgeler çoğunlukla kaybolur
güneşin parlaklığında benim küçük mumum
erise kendi kendine ne olur
kartlarımın hepsi senin elinde
kozları ben belirlesem ne olur
kör yaşanır,
ama gözlerimi olmadığın yerde açarak
nefes almaya devam edememki ben
topraklarını kazsınlar beşiğimin unutulduğu
köklerimi saklasınlar kucağına
yeniden canlanmak istiyorum
varlığımı hatırlatmadan siliniyorum
kendimi izleyemedikçe unutuyorum
hatırlayamadıkça korkuyorum
geri dönecek bir bahçem yoksa
ayak basmadığım bir cehennemde ölsem ne olur

Bir Çeşme Gecesi Rüyası

çarşaf çarşaf saçlarım dökülsün omuzlarına
gözlerinde gördüğüm gülümsemenin
dudaklarıma düştüğü anda
çünkü bir sonraki an umrumda bile değil
istersen üflerim son nefesimi dalgaların boynuna
yeterki beni şimdi bırakma
beraber yanalım yıldızların ışığında
bağır avazın çıktığı kadar yaşadığın anınn gerçekliğine
ancak boğazın yanınca inanıcaksan bağır
ama konuşmamı isteme benden dilim
heycandan küp gibi ağır
ve kulaklarım uğuldar her bir nabız yokluğunda
başka ruhlar da orda ama mantığım onlara sağır
güneş yüzünü göstermeden gitmen gerek diye
uyandırdılar beni gerçekten
kabuslarıma doğru başladı hayat
geride sen, ilerde yapılacaklar
kahrolası dünyayı benimle kurtaracaklar
oysa öyle çok isterdimki ilk ışıkları şehrin
mavi suların üstünden yüzümüze aynı anda vursun
içim titrken ayazdan, ısındığım senin öpüşün olsun
ama o anı bir daha yaşamanın hayaliyle bıraktım ardımda bakışlarını
o son sözün de ne?
gerçekten bir daha tutmayacak mısın elimi?
son görüşüm mü olacak gecenin mirası gözlerini
hayır izin veremem demek isterdim ama
biliyorsun sevgilim,
şehir bizi bekler, ve bekler başka geceler..

Oyuncaklar, Gemiler ve Kuklalar

durmadan içini dağlayan düşüncelerini
duymamak için dumanla tütsüleme hayallerini,
kapanan kapıları hayal edip, kapatıp gözlerini
bir doz daha artırmak için, kendine çektirdiklerini
içine çektğin zehri, haklı çıkasın diye yarattığın bahanelerini
savurma tek nefeste nefsinin tesellilerini
illaki ölüm ile mi kaynamalı bir öykünün son demi?
kendine kumdan kaleler yapıp da yakma diğer köprüleri
umutlandırma boş yere uzun zaman önce unutulmuş gözleri
uykusunda uyanıp puslu rüyalarında tutup nefesini
rutubetli ruhun bir kez olsun açsın kilitlerini
tutuklu ellerin, tutkulu sahipleri
sevinsin, saçsın sevdikleri kadar sevilmenin neşesini,
sinsi tuzakların tutsakları saptırmadan menzilini
ilerle yolunda, yorulsan da durma sarmaşıklar gibi
sarıverirler bedenini, sağ olanı sol gösterir ödetirler bedelini
değerini bil gerçeğinin, gör geçmişini ve
kaynayan kazanlardan kurtar kalbini, al eline kalemini
kendin yaz geleceğini, iyileştir kanserini

--------------------------------------------

En güzel gemi buraya demir attığı için mi,
yoksa nihayet kendi çapamı kuma salabileceğim bir kıyı bulduğumdan mı
bir türlü ayrılamayışım bu koydan?

başka bir şehrin kollarında avunmak ihtimali uzak olduğundan mı
mecburum bu iskelenin yosunlarına
yoksa yeniden açılacak kadar rüzgar henüz yelkenlerimi havalandırmadığından mı

bekleyiş mi yavaş yavaş renginin solması boyaların,
yoksa bir daha asla gitmeyeceğine emin olmak mı
saplanmak mı bir demir kazığa,
tüm kalbinle kalmak mı, azledilmemek mi?

---------------------------------------

kanatları ıslandığında çok bozulmuş olmalı
gençliğinin bağları alaşağı etti zavallıyı
anahtarlarını ararken
büyüklerin kitlediği zincirlerin.

daha yüksek sevdalara göz dikmiş tüm meleklerin
düşmüş olduğunu unutmuştu umursamaz,
üstelik aklın kuralları kıramadığını kabullenmek üzereyken
ve bilirken hayatın yalnız bir labirent olduğunu.

koskoca bir hayalkırıklığıydı tahta ustasının oğlu
yıllar yılı yaşlı yüreklerin öğütlerinin örneği,
yeni yetmelerin yeter dediği yasaklara
başkaldırmanın yasalarının babası oldu
kimse sormadı cahil bilgeye
hırsların hızını aldığı zaman ne anladı çok manalı hayatından
tam bir an önce beton misali dalgalara çarpmadan
başlamıştı her adamın kendi yoluna adım attığı alışılmamış yolculuğu,
hakikaten; farkeder miydi kimin haklı olduğu?


---------------------------------------------------------

hiç uygun görülmezdim savaş meydanlarına
fakat nedense hep oralarda bulundu parçalarım
karanlığa battıkça yönümü bulamadım
yukarı aşağı hiçbir yön yok çünkü gözlerin görmezken
nereye gideceğini bilmeden daha derine batarsın
kalbine kadar inersin kurşunların
gökyüzünün bile yönünü şaşırırsın
kafanı kaldırdığın yer toprağın 3 metre altı da olabilir çünkü
istediğin kadar kork, orda cesursun
umudunu senden daha büyüklere teslim etmişsen
hayatının anlamı bulanıklaşır
anlarsın
sen de eskimiş bir oyuncaksın.

bazen en iyilerimiz bile katil olabilir,
belirli koşullar altında,
ve ben binlerce katilin arasında
her biri kendini ulvi amaçlarla haklı çıkaran,
ayakta yalnız bir kadın.
saçlarımı benzetirler gün ışığına
gözlerimse anlatılamayacak kadar derin,
şarkılara konu olmalıyken
yakşır mı yemeği olmak bir kaç köpeğin..

durum nasıl uygun düşerse öyleyim
aranıyorsa güzellik orda ilk benim
sonra varsa eğer yapılacak temizlik
hiç kimse düşünmez, emirlerine amadeyim
harcanacak düşler varsa ilk benimkiler olmalı
ne de olsa izin almadan kurmuştum onları
boynum incedir kıldan, derlerki aranan bir özellikmiş
zarafetin simgesiymiş,
belki de daha rahat eğildiğinden bu kadar değerli,
hep tersini söler uğruna yaşlar döker ama
adam hiç kendinden aşağısının gözlerini görmek ister mi?


----------------------------------------------------

çırpınıyorum
başka yolum yok ama
hangi taşı seçsem
benden önce vuruyor kumun dibine
kime ne
denemekten yıldıysam
ve taşların üstüne düşmek için
bıraktıysam ellerimi
sanki biri gelip geri
çekebilecek mi batan bedenimi
hadi diyelim kurtardı onu boğulmaktan
içindekini geri getirmek için
çağırabilir mi birilerini
bulabilir mi gerekli büyüleri
hiç uğraşmak ister mi
nerede hani
kendi isteğiyle düşen meleğin
sesini duyupta acımaktan fazlası için
el uzatacak fani
çünkü yok öyle anlattıkları gibi
peri masalları
ve haberiniz olsun duyduklarınızın hepsi yalandı
ışık yok gittiğiniz yerde
insanlardan yapılma yalanlardı
elbiselerimi çıkardığım yer
daha yenilerini bulabilmek için battığım çamurda
sislerin içinden sizi çağıranda
arada bir hava almak için
can çekişen balıklar gibi alınıp
son defa değil binlerce kez geri verilen
kesik kesik
boğuk nefeslerin birer dumanı

işte bu son nefeslerimden birini
alıp da gittiğim yerde
karşılamadı beni ne bir ateş ne de su
boşluktan daha korktucu bir şey olabilir mi
bu yüzden mi
uydurmak masallar ve hayal etmek prensleri
boşuna hayaller kurmak
gerçekleşmeyecek yalanlar için iç çekmeler
ah ve tüm o zavallı gözyaşları..
gerçek mi sanıyorsun akıttığın tuzlu damlaları
ki sen onları ne ilk ne son defa boca ediyorsun yanağından
ne ilk onun için, ne son başkasına..
o yüzden bırak kendini aklamayı berduş sebeplerinle
sen de en az nefret ettiğin kadar suçlusun, günahkarsın, zavallısın..
insansın işte


-----------------------------------------


hatalı gönderilmişim buraya
yukardan atmış beni biri
salıvermiş diğer herkesin arasına
tıpkı onlar gibiyim, ama onlardan değilim..

onlar gibi sevdim,
ama onların sevgilerinden çok uzaktı benimki
onlar gibi ağladım
ama gözyaşlarım onlarınkiler kadar cabuk kuruyamadı hiç..

beni anlamadılar..
anlamadıkları şeyleri sevmezlerdi,
değiştirmek istediler
insan aslını inkar edebilr mi?

ben de tuttum gideyim dedim
meğer kendi rızamla gitmek cehennemlik edermiş
arada kalırsan taraf isterler
bir seçen bir daha dönemezmiş.

Kraliyet


Kral olmak için,
kafasını tutmalı
kimi yılanların.
Dişini etine geçirmeden rahat durmazlar.
Ruhunu soyar,
kraliçe yaparlar;
Adam mı adam soytarıları.

Devam etmeli mi?

beynimin içinde pimi çekilmiş düşünceler
nasıl korurum kendimi bu savaş meydanında
kalemimden savrulanlar kağıdı her vurduğunda
diğer yüzlerce silahla aynı silah
yüzlerce yaradan farklı yara açar
doğrulttuğumda namlumu diğer silahın burnuna
tetiği önce kimin çektiği mühim değil
artık kan revan içinde kararlaştırırız kimin haklı olduğunu
nasıl farklı olabilirim diğerlerinden
etrafım sarılmışken aynı zavallı duygularla
nasıl değiştirebilirim dünyanın yüzünü
biçare, sıradan bir kafayla
diğer yüzlerce kafayla aynı
yüzlerce yaradan farklı yarayla...


Tükenmez Yaşam

üzülme baba,
ruhumu betona serdiğimde akanlar renklerim olacak
parçaları değil yalanlarımın
paranoyalarım bir türlü bırakmadı iki yakamı
aşağı çektiler, uçtum uçtum
düşmedim, hiçbir zaman yere kavuşmadım
dipsiz bi kabusla uyandım, gözlerimi açmadım
elimden geleni ardına koydum yukarda kalsın diye
verdiğim havayla bari solusun diye
son nefesim onda hayat bulsun,
gücümün bittiği an.

Et, Kan, Yürek Parçaları


damla damla dökülenler
bileklerimin deliklerinden
daha yere değmeden dönerim geriye
merak etme sen gelmeden gidemem zaten
kapatma olukları, bırak ihtimaller kanasın
yaşadığımı ciğerlerime akan havadan mı anlarsın?
yabancı damarlar benim bileklerime bağlanamaz mı?

---

kanım çekiliyor korkudan
ya şimdi gecenin kucağında oyuncak olmuşsan?
çaresizim, hiçbir şey yapamam
elim kolum bağlı
taşların altında eziliyorum
öyle çok acıyor içim
bu gün seni görmelidim
bu gün sana dokunmalıydım
süse ihtiyacım yoktu,
kahretsin
doymaya bile ihtiyacım yoktu
sana saplayacağım iğneleri kıyamayıp kendime saplamaktan
çarmıha gerilmiş tutsak oldum
kanıyorum bak yaralarıma görmüyor musun yanıyorum
göz bebeklerim ağır, bakmak istemiyorum boşluğuna
beklemek.. öldürüyor çünkü beni
yavaş yavaş..
saatlerce
zavallı bir ışığın peşinde perdelerimi kapatıyorum
açmanı da beklemiyorum.

---

zincirler
etimi kopararak bağlar bedenimi
surlarına zihninin
kan gözlerine dolan yaşlar değil
bu kabus büyüklerin oyunu
karanlık mahzenlerde dolaşan farelerin içtiği irinle
ateş yutmaya hazır şeytanların sofrasında kurulan
bir savaş değil, çünkü baştan kaybedildi
bir ruh çoktan diğerine boyun eğdi
karşılık beklemeden sattı masumiyetini
kırık camların üstünde yürür gibi yaşadı
meşur köprüden geçerken ayakları kesikler yüzünden kaydı
düşüverdi dipsiz boğazını yakan ciğerlerine akan karanlığa
köpük köpük ziftlerde yıkandı
ölüm kurtulmaktı, ama özgürlük ölmüştü

---

buz gibi havada sıcacık şah damarı yutan etin,
kın gibi yüzünden inip onu saran kar tenin
dişlerini elmanın kabuğuna geçirdiğinde
suyu akar ya damla damla
kıpkırmızı zümrütler aksa kılıcından aşağı
gerçekliğine inandırsa hayatın,
e biraz acıtmazsa bu kadar zevki hayal sanırsın
halbuki her tattığımda ellerimi ateşe boyayan
yakan yanaklarını, yutkunamadan
boğarak nefes almanı sağlayan,
seni öldüren, beni yaşatan,
bir rüya gibi gerçekliğe adım attıran.
ama hepsi gerçek bak
izleri durur boynunda kanayan
minik dişlerin silinmeyecek izleri
morardıkça utandıracak

---

kan çanağı gözlerin, çatlamış dudakların
evet seni kandırdım,
beni sevdiğini söyle, bana bilmediğim bir şey söyle
istediğini söyle artık
öldü çocuk, vurdum, duymaz
üzülürüm sanıyorsun şu zavallı haline
haklısın üzülüyorum, ama bir yandan da korkuyorum
bu yüzden hayvanları ben uzaktan seviyorum
çok çekingen bir yeniyetmenin
istemediği bir sahnede
bütün seyircilerin gözü önünde
monoloğunu atması gibi
fırlatıldım dünyaya
ne fikrim soruldu
ister misin bu parçayı diye
ne yalnız bırakıldım
istediğim gibi köşem de
sessizliğimin tadını çıkrayım diye

---

denizin dalababildiği en derin yerinden kumları çalalı
yalnızca bir kaç saniye olmuştu
halbuki o nefes almakla uğraşırken
bütün kum taneleri yuvalarına dönmüştü
kulaç kulaç nefes almaya yaklaştıkça unutmuştu
bir kaç saniye öncesini bile taşıyamazken yanında
zaten nasıl dününü sırtlayabileceğini ummuştu?
yazık, bir hiç uğruna boğulur gibi olmuştu
uzun zaman sonra havayı ilk çektiğinde
mutlu olacağını sanmıştı, yanıldı
elleri bomboştu

---

neden bana teninden bir parça ayırmıyorsun?
köpeklere atar gibi parçalattığın kalbinden değil ama
ilgilenmiyorum onunla
bana damarlarından geçenler lazım,
izini bıraksın dudaklarımda
sana baktığımda bir gelecek gördüğüm doğru
ama yalnızca bir gece sürecek
ruhunun geri kalanını satabilirsin alacaklına
gayet güzel idare edebiliriz onsuz da
bak gerek yok kelepçelerden korkmana
bağlamak niyetinde değilim ellerini
düşünmüyorum zaten kaçmak isteyeceğini
ama kalabilmen için lazım olacak
istediğin kadar yalvar teslim olduğunda
çığlıkların kulaklarımın yerini bulamayacak

---

notaların kumsalına vuran gelgit dalgaları
çakılların arasına gizlenmiş kırık şarap şişesi
kenarında yürürken hayallerin adımlarımın
kuşların çığlıklarının
güneş ışığının sesi
unuttum hepsini
ne onu duyabildim ne kendimi
sesimi kendi şarkısını söylemek için çaldığından beri
izin vermiyor artık, yasakladı sahnemi
o herkesi izleyebiliyor ama kimsecikler göremiyor beni
perde perde tize yükselirken bir sonraki


şaka olduğumu düşünüyorlar;
taklit edilemeyecek derecede ciddi olduğumu
anlayamamışlar, şaka yapmakta
kendin inandın mı yalanlarına
hayatında rüyaların, anılarında
modern dünya zırvalıklarının
bir dolu kelimenin içinde birbirinin aynı
insan nasıl efendi gibi konuşur

birilerinin ülke fethettiği yaşta
bi şişeyi devirememek koyuyuor insna
başa bir büyük getiririz elbet
ama küçüklerle çıkılır mı başa?

---

vazgeçilecek kadar imkanlı
sevilecek kadar imkansz
bi nokta diğerini takip etti
cümleye başlayacak kadar kararlı
yarım kalacak gibi belirsiz
kahramanını öldürecek bi yazar gibi gözü kara
ölümü onurundan, mutlu yaşamı
kalbi atmayan bir hayal kadar hayatta
nefes alan bir çuval kadar ruhsuz
kırılmış bir kum saatinin nefretini kusması kadar hızlı
yağmur için toplaşan bulutlar kadar sabırsız ormanların üzerine

---

çünkü öle hayaller vardır ki hayatta
insanı hayatta tutmaya yeter
mantığın hayır derken kalbin vardır bir hayır der
hayrı dokunmayacak ruhların peşinden koşarken
hayırlısıyla taht kuracaklara yüz çevirir

---

herhangi birinin kimsesi olmak yerine
kimsesizliğin tehlikesine rağmen
bir'in herşeyiyim

---

ellerimde tutam tutam hayaller
kısık sesler kulağımızda
çınlayan, fısıldayan
ağır bir ritmle bizi düşlerimizde tutan
zehir
nefesimle beraber
buram buram vücudumu terkeder ve
kendimi bulurum yeni bir ülkede
ayaklarım batmış bir ormanın derinliklerine
döner döner duvarlar ve yer
ve nefsim en yüksekteyken
çekilir kan beynimden
bir anda başbaşa kaldığım hayaletle dans ederim
uçarken gözlerimin önünde kanatlanmış öpücükler
farkım yokken bir sarılı çarşaftan
aynıyız kapanırken gözlerimiz
gerçekliğin yeni topraklarına açılırız beraber

---

tenim koyu olabilir tamam ama
gölgemin gerisinde gizlenebilecekler yüzünden
yalancı yaftası yemek
hoş değil
yalnız, saçlarını ağartan anılar ve hayallerse ,
bak son dakika haberi
kimse kimseye henüz beyninin içini
okyanusta yüzerken dipteki kumu görür gibi gösteremedi
asla bilemezsin gözlerime bakınca dürüst müyüm
değil mi
güvenmek zorundasın senin bilmeni istediklerime
yoksa yücelerin en yücesinin incileri yeniden inse yeryüzüne
inandıramamki sen inanmak istemedikçe içimdekilere
göreceğin ancak kanla karışık irin olabilir
yardığında göğüs kafesimi
içinde atan senin kalbinle
bunu ben asla senin gibi bilemeyeceğime göre
şimdi sen söyle
öyle mi, değil mi?

---

nabzımun nefsimi dengelemeye çalışması nafile
hala görünmez ipler ısırıyor etlerimi sağdan soldan
bir kukla misali dönüp duruyorum
göğsümde değil, daha içerde,
sol tarafta daha derinde
binlerce toplu iğnenin basıncı yakıyor
tanımlanamaz olanı tanımlamaya çalışıyorum
nefesimi kesenin alerjilerden fazlası olduğunu biliyorum

---


günler gecelerin koynunda
olmuş sarmaşıklar gibi
hiç vakit kaybetmeden aşk
kaplamış dört yanımızı duvar misali
git diye bağırsada dudakların bilirim
nefesinin içinden fısıldar dilin kal
dünya dursa yine

 ---

fallarda aradıklarımız
farz mıdır farz ettiklerimiz, farazi mi
son fasılda demlenmemiz
fason aşkların artık çok fazla gelmesinden mi

---
senin özünden yüz bulurum
bunca kelimeyi bir araya taşımaya
def-i bela def-i kaza getirdim bugüne kadar
tüm yazdıklarımı senin huzuruna
ilk benim nefesimden fısılanıp
ilk senin ruhunda vucut buldular
kutsadım onları ışığınla
en içten dualarımı başlarına sarıp
gönderdim
sakladığım tüm günahsızları
günah işlemek için çıkacakları yollarına
kim bilir kaç aşığın umudu olacaklar
yalnız olmadıklarına dair
ve kaç hayırsız sevgiliye mektup olacaklar
bir hayal belki onları geri getirirler diye
hepsi benim kucağımda birer çakıl taşıydı
sırayla denizde hareler olmak için atıldılar
önce benim celladımın sonra diğerlerinin yüzlerine

Pişkin

Aşkla başlayan her satırın
klişeleşecek kadar ayağa düştüğü şiirlerin
yazıldığı günlerin sabahına doğmakla
günahlar içine doğmaya itildik.
Sen benim aşkım, sevgilim, abim, hocam, babam
sen benim bir vazgeçtiğim bile değilsin.

Nasıl olur da nefesime hükmedersin?
Parmaklarından değil de gözlerinden akıyor kelimelerin diye mi?
Belki de bir an için bile olsa
bir fotoğrafın çekildiği anla sonsuzluğa yapışıp kalacağı o an arasındaki kısa sürede
daracık bir bankta
ışıkların saklanmayı seçtiği o parkta
hayatımdaki tek samimi bakışı sende gördüğüm içindir.


Benimle evlenip, gözlerini oyman gerekiyordu hesaba göre,
sense benimkilere dikmişsin nefsini,
şiirlerine günah edesin diye verebilirim,
tenine dokunabilmek için bir kez daha
yalnızca o kısacık, kızgın, kırgın, umutlu, onursuz anın hatrına
doğacak çocuklarımın haklarını senin cesedine gömebilirim,
henüz yaşarken ikimizde.
Almazsın biliyorum.
İstediğim sürece sevaplarını, daha azına razı olmayacaksın.


Mantıklı olan yıkımdan kaçmaktı,
Cellatlar mahkumları öylesine bıçaklarının altına yatırmaz,
Kendi rızasıyla cami duvarının dibinden beslenenleri de sevmez.
Fakat, göze alınamayacak suçlar yarım bırakılmaz ki,
Cellatlar görevlerini yaparlar. Bıçaklarını teninin en derinine sokarlar.
Bile bile ecelim geldi diye yurduna taşındığımdan suçlu ben olurum.
Çelişkisi bu ya pişkin pişkin acizliğime sırıtan kanunların,
yaşamaktan vazgeçtiğim anda sen beni öldürmekten vazgeçersin.

Ölümle başlayan her satırın
sonsuzlaşacak kadar zalim olduğu bir hayatın
mecburen nefes aldırdığı bedenlere doğmakla
ben sana gebe kalmaya itildim.
Oysa sen benim vazgeçemediğim bile değilsin.

Şarap Mahzeni

karanlık kuyuların kuytularında
saklanmış sarıp sarmalanan anlar
ne getirir gözlerini bana geri
nerede aramalıyım yalnızlığının çaresini
kadehlerin arta kalanlarında mı
sarılarak sığındığımız soğuğun koynunda mı
bir bildiğim senin benliğin,
ben olmamaya kararlı, ben de kalmakta ısrarlı
oysa
nefsin nefesinden nefesime akmadıkça
seni istediğim gibi içemeyeceğim,
içmedikçe çöllerin en derininde
beynimi kemirip dağlayacak içimi
sahillerin sahrasıyla, seviştiğimiz sahneler;
her adımım adımı unutturacak kadar acı vericek
damla damla kanayacak olanı iyileştirmek
yalnız bir defa elimi tutman demek.

Günah Çıkarma

İçine girdiği bedenin ruhunu alanlardanım,
dökülürüm kıvrımlarından aşağı süzülürken yaşların.
Kabımın en kuytu köşelerini kırmızıya boya hadi,
hızlı davran yoksa kaçarım,
özün bende olduğu sürece, yakalanmam.
Ben tahta bir kutuya hapsolmadan önce,
sen kilidini üstüme vurmadan önce,
Nefes almadan önce,
tahta bir yatakta uyurdum.
Kurtlar yürürdü beynimin içinde, görmezdim.
Şimdi gözlerimin içine indiler, görebilirsin,
baksan, fakat sen güzellikten anlamazsın.
Üşenmeyip konuşmana gerek yok,
söyleyeceklerin belli, dilini ben çaldım,
Kurtlarıma yedirdim.
Belli mi gerçekten diyeceklerin?
Fısıltılar kulağımda, fısıldayan ben miyim?
Kustuğun yavrularım ağzımın içine,
Yattığım yerden sorumlusu ben miyim?
Sorsan şeytanın ta kendisiyim,
bedenini yakan ateşi senin bilincinden çaldığımı da söyler misin?
başka kim çaldı ateşi, hatırlar mısın,
yoksa unutturduklarımdan mısın?
Çürümüşüz çoktan elmamız elimizde taptaze
Bir başkası daha vardı sahi,
tuvale mi kilitlemişti kendini?
Boyalar mı hapsetmişti onu?
Hangimizin elinde ki kırbaç,
benden damlıyor, damarlar senin?
Aksın madem, yaksın.
Zavallı Ophelia, nitelikli bir yalancının gerçeklerine
bile bile kansın.
Ruhum onun suretinde,
İçine girdiğim an şeklini almıştım, çalmıştım.
Başarılı bir hırsızım, en derin uykusunda,
repliğini de çalmıştım;
“Ateşsen yanacakmışsın”. 

Taksit taksit

Benim ben isyan eden!
sistemin içinde yaşayan ben,
Ekmeğini yiyen suyunu içen ben
Arabam, evim, kurulu düzenim
On takside bölünmüş
Devlet destekli hayat güvencesi beni insanlıktan çıkardı
Bana dokunmadı sandım bin yıl yaşayan yılanlar
Kardeşimi vurunca beni hayata çağırdılar
Gözüme nişan alınca görüşümü açtılar
Pişman olacaklar.
Sistemin çekirdeğiyim ben,
Yoğururum beyinlerini elimin hamuruyla.
Ay başı gelse de güzel bir yemek yesek,
Aç kardeşlerim uyurken sokakta.
Hayır! Bir daha asla!
Konformitenin kölesiyim ben,
Benim isyan eden, kelepçeleri olduğunu yeni fark eden
Yakma kendini diyor annem
Ateşsen yanmalısın diyor sevdiğim
Özümüzü bulduğum isyana feda benliğim
Dünya estetik ameliyat oluyor, yüzü değiştirebilecek miyiz?
Merkezine seyahat edebilmek için gemiyi
Beraber inşa edebilecek miyiz
Babileden beri ellerimizle koruduğumuz lanetin

Bir yanılsama olduğunu anlatabilecek miyiz?

Entel Makyajı

Benim derdim başka
herkese gülümsediğim dudaklar başka,
samimiyetsiz.
Selamlarımı kitaplara gömdüm,
yüzeyimden ötesinin olmayışından iğreniyorum,
mesela dava konuşurken gülümsüyorum.
Oysa bir elde şarap, müziğe kapıldığımda,
aynı ciddiyetle onlar oluyorum.
Yürü diyorlar yürüyorum.
Bağırtıyorlar.
Kimileri arkadan, kimileri önden.
Bir an anlayacak gibi oluyorum,
kendimi en baba entelin anası sanıyorum,
halbuki hiçbir fikrim yok.

En kötüsü de hani görüyorum,
yanakları boyanmış, özgeçmişi parlatılmış,
ah sen ne sahtesin diyorum!
yine de meydana çıktığımda devirebilecekmiş gibi
hissedip
devriliyorum.
Kanatacak kadar bir öyküm yok
çoğu gibi ben de olsun diye yırtınıyorum
sonra sahteliğine kızıp, bitsin istiyorum
çağın kanseri
sıkılıyorum
suyumu çıkarıyorlar
ve bu hali hiç zevkli olmuyor.
“benimle kendi parsanda mutsuzluğuna talim olman lazımdı”
diyorsun.
başkalarına değil seni kendime anlatıyorum.
Derdim başka diyecek gibi oluyorum
Yalan,
Gerçek olmasını istiyorum
Bana eşit olabiliriz diyorsun,
senin toprağın benimkiyle beslenir diyorsun
sen hep konuşuyorsun
olmaz, tutmaz,
hayvanlardan evrildiğimizi kabul ediyorsun da
ormana çevrilen dünyanın sonuna geldiğimizi anlatıyorsun
diyorsun ki aslan bu defa ceylanla ekmeğini paylaşacak.
Çok istiyorum inanmak
karamsarlık değil,
fakat bağlandığım umut
şırıngayla çeker gibi kanını şah damarımdan geri çekti.
İnsanlar sokakta,
insanlar inanıyor.
Ben de inanıyorum.
Ben de istiyorum.


Etkiler, Etiketler

Bir aletim yoktu ki insanlar dinlesin
Ben de olmayan yerlerime kurdele aramaktan vazgeçtim.

Rahminden çıktım diye dinlemek zorundasın dedi,
ben de olan yerlerimin ona benzemediğine şükrederek kulaklarımı kestim.

Olup olmadığını kestiremediğim kalbimi çaldığını iddia etti,
aldanmayı kendim istedim, yokluğunu çalınmasına verdim, rahatladım.

Önce resmin günah olduğunu sonra da bozuk olduğumu söyledi dini dar öğretmenim,
tanrı  anlayamadığın şeyleri doğru öğretemeyeceğinden korktuğu için olabilir mi diye sorduğumdan.


Kapılarımı kırarak içeri girdiğinde bütün bu ukalalığımdan eser kalmamıştı.
Uzaklardaki bir adam haklı çıkacaktı yıllar sonra,
ne kadar akıllı olursan ol,
ilkellerin arasında güçlü bir kas sistemi her zaman sorulardan daha önemlidir.

Hazreti Hiç

Avuç içlerimde çiviler,
Herkes yaralarımı açanların inançsız olduğunu sanıyor.
Başıma dikenli telleri takanların ilahi söylediğini unutuyor.
Sorsan tanrının tacına kurban oluruz der.
Sorma o yüzden.
Kimi satırları kutsal sayar o,
Yazarınsa boynunu satırla kovalar.
Ben bilirim çünkü, ben gerildim.
Bunun merhametle hiçbir alakası yoktu.
Neden yazarın sözcükleri bin yıl önceki geceden daha değersiz?
Bir melek annesinin yatağına uğramadı diye mi?
Onu öldüremez diye mi?
İnsanlığa hibe edilecek gözlerini oydurmaz diye mi?
Tek derdi üremek olan bu meleği yazdı diye mi?

Sorular sorduğunda cevaplarını beğenmedi diye.

Peşmergeyi beklerken

Birtanesini tanısam samimiyetle,
peşmergelerin derdini ben de yazardım,
birtanesi beni tanısa samimiyetle
davasını bırakıp beni kurtarmaya gelirdi.
Ne gelen var ne giden,
sıkıntıdan sayfaları devrik cümlelerle açacağım,
bir anne katili benim evimi bulsun diye
işaret fişekleri çakacağım.

Dünyanın bir ucuna da gitsem,
ben yine aciz olacağım
konuşan kadınlardan değil, susan adamlardan olacağım.
Ben zaten dünyanın bir ucuna gidemeyeceğim.
Ucu bucağı yok ki kavanoz diplinin.

Bir İki Üçler ve Araf

Bir gün aldı seni tanımak
Aklımdaki imgeni binlerce satır çaldı
Beraber okuduk gelmişini geçmişini
Bir saatimi aldı,
bileğimden içerek
iki
 yüzüğümü, parmağından
Üç can gitti, bir ihtimale kurban
 altısını bana bırakarak
altını düşündü, üstünden hallice
hangisi geliyor önce?
düşün mü düşüşün mü?
Yığınla et nefes alırken
senin damarların kansız
ak sırtın, yıkamışlar
evvelden kızarttığım tenini paklamışlar
Hak mı gözetiyor dakikaların cellatlığını
Oysa bir saniye aldı
doğrulttuğun namluyu ağzıma dayamak
bir salise aldı kurşunları yutmayı kabul etmek
Baharında kuşlar öldü kışındaki saklıları merak ederek
Son şansım zannedip umuda yenildim
seni yıkayanlar dikti dudaklarımı şeffaf öğütlerle
kanayan yerlerine sevap dediler
asla ardını bilemeyecekleri gerçeklere inandılar da
bir günü sende bitirmemi anlayamadılar.

---


Senin şehrinin ışıkları kandan göletleri aydınlatıyor,
benimkindeyse sarhoşların kusmukları karanlıkta
bir gecelik uyku kadar uzak değiliz birbirimizden
fakat o şehirde dağlar yeşil, özgürlüğü kamufle ediyor
buradaysa yeşillerle insanlar düşlerini özgürleştiriyor
bir ömürlük nefes kadar yakın olamayız birbirimize
Bak senin topraklarında zorla anne olmuş kadınlar oğullarını insanlığa feda ediyor
Benim kumlarımda uyanan kadınlarsa anne olmaktan, kendi elleriyle boğmaktan korkuyor.
Babanın yüzüne bakmazsınız,
Tanımadığınızdan, belki tanınmayacak hale getirdiğinizden
Bizse herkeste onu aradığımızdan, baş başa kalırız,
Yolun sonunda benim kutsal babamın cenneti vaat etmesine gerek kalmaz.
Siz cenneti, biz cehennemi izleriz karşıdan
Günahları sen sat, sevaplardan daha asiller,
Sevaplarımı ben harcayayım, günahlardan daha asiler.
Gel, onları haracımız yapalım, biz arafta buluşalım.

Aile Portresi

İçinden çıktığım rahme düşman büyüdüm
sigaranın sigaradan fazlası olduğunu söyleyen adama göre
nefretimi kaçınılmaz olarak kustum
nefretim kaldırımların üzerinde
vodkanın miğdemde işlendikten sonra aldığı renkteydi
nefretim bir yatakta sözümona eksikliğimi kapattığım biçimdeydi
öyle ki sevgi nefretin yarası olmuştu,
irin akıyordu içinden, içime
boğazımdan geçmiyordu,
bir türlü dolmuyordu
bir türlü boşalmıyordu
öfkem ki tırnaklarımı yüzüne geçirdiğimde bir resimden fazlasını yırtar.
aynada kim var?
reddediyorum az emdiğim göğüslerinden hak kirası kesmeni
Devlet ana kendi yavrularını böyle böyle gömmedi mi?
Batıdaki baba oğlu hatırlar mısın uçacaklardı
sıkı sıkı tembihledi, fazla açılırsa batacaktı
neden onlar gibi olamıyoruz?
ben düşmeye razıyım, kuşağımın meramı bu
biz çamurlar içinde oynamaktan zevk alıyoruz
beyazın bir renk olmadığnı öğrendiğimizden beri
kirleterek yaşıyoruz:
sana göre bedenim bir istila içinde kör müyüm?
belki..
peki ya sen körsen ve ben yaşlılığı tanıyorsam tarih kitaplarından
fakat sen unutmuşsan gençliği?
bir zamanlar sokağın koynuna kendi isteğiyle yavşamış;
çığlıkları isyan gören
bakışlarında devrim duyulan
terleri kan kokan
elbet sen değildin,
sen olanca acizliğinle kendi annenin nefretini sevgisizliğine gömüyordun
erkek gibi olunca baban sevecek sanıyordun
elbet ben sen değilim.
Atılgan Kurtların kol gezdiği
Kısa küreklerin çekildiği,
Hikmeti kovulmuş anayurdumda
kök salmayı reddettiğim için
hainim ben, sen değilim, yolunda değilim
gevurum,
sevilmesi gerekenleri
her gece rüyamda kanata kanata yok ettiğim için.
terapilerden sonra saçlarımı bir çingeneye satıp
dişlerimi piçime süt almak için satamadığımdan derdim
ben bir hayat istedim.
sen bana bir oyun verdin.
Nefretim, kuralları bozmama izin vermediğinde
zorla karnına soktuğum bıçağın keskinliğindeydi.

Seni seviyorum anne.

12 Kasım 2014 Çarşamba

Dene - I

Yazıyorlar yazıyorlar. Herkes bir şekilde diğerinden inanılmaz bir biçimde farklı olduğunu düşünüyor. Herkes bir şekilde parlayacak. Yazıyorum Yazıyorum. Herkesten inanılmaz bir biçimde farklı olmadığımı düşünüyorum. Bir şekilde asla patlayamayacağım. İsmim ona göre konmamış. Bedenim öyle evrilmemiş. Gregor Samsa’ya kahkaha attıracak bir zavallılık.  Kanon eserlere gönderme yapayım da kültürel birikimimi anlasınlar. Okuyorlar, okuyorlar. Anladıklarını düşünüyorlar. Herhangi birinin herhangi bir düşünceyi tamamıyla anlaması mümkün mü? Gerçeğe erişmek. Tekil, objektif, yanılsamalar olmadan gerçek.  Nasıl güvenilir. Nasıl güvenilir? Okuyorum, okuyorum. Ben bir adamı anlıyorum. Çünkü anladığıma inanıyorum. O an yaşadığımız sürece ben onu anlıyorum, keza o da beni anlıyor. Gözlerimin içinde yaşadığından şüphem yok. Geriye dönüp baktığımda şu andan baktığım için o anın değeri düşüyor. Yabancılaşıyorum. O an halbuki, o an her şeye değerdi. Okumuştum. Düşünmüştüm, yeteri kadar inanmıştım. Enteresan bir şekilde beni ona iten bir şey vardı cinsel çekimden bahsetmiyorum elbet burada aklı karışan okuyucularımıza borçlu olmadığım bir açıklama yapma ihtiyacı hissederek söylüyorum. Tam tersinin mümkün olmadığı bir eylemden bahsediyorum. Bir silah patladığında örneğin kurşunun hızıyla silah kendini geri atar. Fizik kurallarına göre atmak zorundadır. Mecburdur. O mecburiyetle ona doğru itilmiştim. Dokunmasam bile olurdu ama yanında olmasam o an olmazdı. Kaldı ki dokunmak fizik teorilerine göre zaten imkansız. İki maddenin birbirine tamamıyla dokunması. İki insanın birbirine değmesi, böyle bir şey yok. Yokluktan emin olabiliyoruz. Farazi pek çok duygudan emin olduğumuz gibi, neden? Çünkü onları biz kurduk ve her boşluğunu doldurduk. Halbuki aklımızın kurmadığının dışında keşfettiğimiz ne az şey var.

---

Karanlık virane bir sokağın en ucunda oturuyor. Gözleri etrafta kendine tehlike arz edebilecek her şeyi taradı. Bulamayınca üzüldü. Sakin bir gece olacaktı yine. Yaratıcılıktan nasibini almamış bir yazarın rahminden doğduğuna lanetler okuyarak dirseğinin biraz üstünden kemerini bağlayıp iyice sıktı. Birazdan mutlu olacaktı. Kusursuz bir mutluluk, çabuk biten cinsten. Şırınganın ucu derisini delerken, vücudunu daha önce delmiş olan diğerlerini düşündü, onca erkek. Acıya katlanmanın güzel yollarından biri daha önce yaşanmış daha derin acılara nasıl katlanıldığını düşünüp güç bulmaktır. O da böyle katlanıyor. Neden ölmek istiyor sorusu artık sıkıyor bizi. Neden yaşamak istemiyor da kendi içinde bir pozitivizm barındırmıyor mu? Sadece mutlu olmak istiyor. Yaşamak veya ölmek değil. Her iki kavrama da haddinden fazla anlam yüklemenin yanlışlığını defalarca doğrulamış bu arkadaşımız. Damarlarına ağır ağır, gizli gizli karışan bu mucizevi iksir sonunda işe yarıyor. Kendisini yeniden canlanmış olarak bir başka yerde arıyoruz.

Aydınlık, her yeri altın saçılmış gibi parlayan bir villanın havuz başında oturuyor. Hayatı boyunca zorluk çekmemiş, ve çekmeyecek olan insanlar vardır ya? Yoktur diye cevaplayan dostlara selamlar olsun ki onlar hayatı tanımışlar ve öylesine yorulmuşlardır ki böylesine yaşayan zengin çocuklarının hayatlarında her şeyi delicesine kolay elde etmiş dünyadan bihaber yaşamalarına katlanamadıklarından kendilerini “e onların da elbet var bi dertleri, herkesin yok mu şu hayatta” diye diye inandırmışlardır. Daha gerçekçileri vardır ki bu rahatlığının sonuna kadar farkındadırlar ve herkes bundan nasibini alabilsin diye davaları uğruna itilmiş, paralanmış, mahkum edilmiş, fakat kaybetmişlerdir. Çünkü güç her zaman haklıdır. Bu bir doğa kanunudur. İnsanın doğayı kontrol etme çabası içinde geçen yüzyıllar boyu evrilmesi süresince bu içgüdüsel güç savaşını olumlu bir ibreye çeviremeyişi eşitlik inancını yerle bir ediyor. En azından aydınlıkla başlayan cümleler kuran biri için. Fakat konumuz şu an bu düşünceleri asla kayda değer bulmamış birinin havuza atlamasıyla ve gündelik olağan dertlerini suya bırakma çabasıyla dağılıyor. Su bütün vücuduna hakim oluyor ve tam bir teslimiyet duygusuyla ciğerleri basınçtan patlayacakmış gibi olana kadar kollarındaki tüm kaslarını hissederek her kulaçta biraz daha özgürleşerek yüzüyor adonis misali bu genç insan. Gözlerini yakan klordan mıdır bilinmez, suyun renginin gitgide kırmızıdan pembeye doğru dağılan tonlarına hayran oluyor. Parmaklarının ucuyla tonların her birini değiştiriyor. Şimdi en dipte. Kulaklarının uğuldaması tanıdık bir ritme, sirenlere dönüşüyor. Sirenler onu çağırıyor. İki kolundan onu kavrayarak yarı bellerinden aşağısı balık oluşlarının rahatlığıyla onu karanlığa doğru çekiyorlar. Gitmek istemiyor. Henüz değil. Tek bir anın ne kadar uzun olabileceğini daha önceden deneyimlemiş olan bu seferki atlayışın kısalığı yüzünden bir anda geriliyor. Gözlerindeki yaşları etrafındaki su geri itiyor. Sıkışıp kaldılar orada. Sirenler onu kendi krallıklarına götürüyorlar. Gitmek istemese de karşıkoyacak gücü yok. Vurgun yiyeceğini düşündüğü esnada ses hızından daha kuvvetli bir hızda yukarı doğru çekiliyor, çekildikçe oluşan hava boşluğu su damlalarını köpüklere çeviriyor. Köpüklerle beraber yeniden yüzeye çıkarken bunun bir doğuma ne kadar benzediğini fark ediyor. Doğmayı da kendi seçmemişti. O zaman da uyandığında ciğerlerinin acısından ortalığı yırtan bir çığlık koyvermişti.

Çığlıkları, üstü başı onu karanlığa karıştıran çamurla kaplı olan bu arkadaşımızı polislerin elinden kurtarmaya yetmiyordu. Saç diplerinden ayak uçlarına kadar titriyordu. Göğüs kafesi patlayacaktı birazdan, nabzı öyle yüksek. Her bir kalp atışında kulakları uğulduyordu. Gecenin bir yarısı bu sokakta bu adamların ne işi var sanki. Mutluluğunu ne hakla bölüyorlar? Hakikaten, bu izbe yerde mutluluğu arayacak kadar düşmüş bir insanın elinden onu hayata taşıyan tek şeyi neden almak istiyorlar? Onlara bu hakkı kim tanıyor? Ne yazık ki polis arabasının kapısı bu soruların da cevaplarının üzerine kapandı. Arka koltukta elleri kelepçeli otururken artık bağırmaktan vazgeçmiş olan arkadaşımız birazdan adaletin kendine hangi pozisyonlarda tecavüz edeceğini düşündü. En son böyle uyandırıldığında bir daha uyanmamak için dişlerini bileklerine geçirmiş, kemire kemire damarlarını parçalamaya çalışmıştı. Razı olmaktan başka çaresi yok. Çaresizlik. İnsana ait duyguların en tiksindiricisi. Midesi o kadar kazınıyor ki kusacak gibi oldu. Başka bir alemdeki gözleri bu dünyaya alışırken yavaşça görüşü de yerine gelir gibi oldu. Hala etrafı bulanık görse de neredeyse sabah olduğunu seçebildi. Şaşkınlıkla güneşin her gün doğmak için sabırsızlığını bir kez daha izledi. Güneş doğarken kana boyandı. Eli alnına gitti, damla damla kızıl tanecikler sol gözüne iniyordu. Terine karıştıkça damlaların tonları pembeye doğru değişiyordu. Keçe gibi olmuş dilinde tortu birikmiş, kimi çiğnemeyi unutmaktan çürümüş dişlerinin etrafında gezdirdi. Klor tadı boğazını yakıyordu.

Yüksek lacivert duvarlı kaleye geldiklerinde uyukluyordu. Çekiştiriyorlar mı onu, kalkacak takadi olmadığı için mi kollarından sürüklüyorlar belli değildi. sigaradan sararmış bıyıklarıyla takım İki ön dişi haddinden uzun olan adam rütbesinin her dirheminin ağırlıyla konuşuyor şimdi. Ne dediğini anlamıyor. Ne anlatıyor? Gerçeği mi, olması gerekeni mi? Her ikisini de nasıl kurduklarını mı yoksa? Uzun gri koridorlardan geçiyor, her adımla hatırlıyordu. Ansızın avası çıktığı kadar bağırmaya başladı. Onu taşıyan dört kol, dudakları seğiriyor sandılar. Narkoza verdiler. Oysa kendi sesinin yankılarının duvarlardan geri çarpıp yüzüne indiğine yemin edebilirdi. Demir parmaklıklara aşina olduğundan içeri girerken temkinli olmayı ihmal etmedi. Daracık bir oda bekliyordu onu. Göğüs kafesine benzetti burayı. Bu izbe yerde atan tek kalp olmanın ağırlından belki parmaklıklara yapıştı. İki eliyle sımsıkı kavradığı demir parmaklıktan kendini aşağı doğru kaydırdı. Yere çömelmişti şimdi. Ritmik hareketlerle bir ileri bir geri gitmeye başladı. Kendi göğüsünden fırlamaya çalışan organa hakim olmaya çalıştıkça bilinçsiz olarak bu hantal kalenin damarlarına kan pompalıyordu. Bundan besleniyorlar. Karşısına geçmiş çaresiz çırpınan bu et ve kemik yığınına acıyorlar. Acıyor. Birinin canı, diğeri ona. Merhameti öte dünyada yanmaktan ötürü korkusundan doğan acıyor elbet, aşağılamanın zevki arttırdığını daha önce deneyimlemiş olan değil. Hiç merak etmediler nereden geldiğini. Hiç konuşmamış olmasını dilin tutkunluğuna verdiler daha önce. Türkçe bilmediğini kimse farketmedi. Aynı dili konuşsalar ne olacaktı ki sanki?

Devam etmeli mi? II

Üşümeye çok yakın bir duygu, yakması dışında
Nefes alıp verdiğini farkettiğin an
Bunu bir dürtünün dışında bilinçle yaparsın
Artık yapmak istememen gibi.

Elini neye atsan kurutursun,
Ayaklarına tuttuğun tüm kitapların yaprakları dökülür.
Dullaştırırsa satın alma dürtün, unutmaya çalışırsın
Vaktiyle sana kabuk bağladığımda hatırlattığın gibi.
Hikayeler anlatmayan bir şairsin
Gerçeklerle rüyalarını içiçe geçirirsin.
Satırları öre öre duygularını ciğerlerine işletirsin.
Bir ürperti mi geldi içine? Üşür gibi?
Aristokrasinin içindeki taklidi seçememek gibi
Özünden gayrısına bakamaz mısın?
Oysa yanmam gerektiğini söylersin.
Kalmamı istemenden tiksinmen gibi.

Tutam tutam damarlarımın ne işi var kucağında?
Zora koşulan nefesini kültablasında söndürdün.
Fakat sigara kokan geceleğimi beğenmezsin.
Emir kiplerinden tiksinmen gibi.

Sineklerin Cambazı

Ortada ceset yokken cenaze kaldıran sevgilim,
Sosyalist çenesi, zorba ağzıyla
Deliliklerden delilik beğenemeyen sevgilim.
Nasıl farklı herkesten, öylesine yorgun.
Ölümün asaletine kanmaya hevesli
Yaşama korkaklığını itiraf edemeyecek kadar ukala sevgilim.
Boyunduruğuna soktuğu anda sürgün eden sevgilim
Unutmak. Ölmek.
Unutmak ve özlemek.
Her şeyin aynı orantıda yanlışlanıp doğrulanabildiği bir dünyada
yargılarının gerçekliğinden şüphesi olmayan sevgilim.
Aşık olmayı varlığını yokluğu edemediğinden seven sevgilim.
Kelimelerini göğsüme diktiğim sevgilim.
Adını zikrettiğimde beni şirke koşan sevgilim.
Unutamamak. Ölmek.
Umut etmek ve beklemek.
Hitab-ı sıfatı sevgilim olan, başkalarının verdiği ismi değişeceği ana kadar benim,
Mitomaniden muzdarip,
Dilinden gerçek düşmeyen sevgilim
Herkesi sıradan bildiğinden
Şahsına münhasırlığını farkedemeyen sevgilim
Kendine ateist bana müslüman bakan
Daha fazlasını arayıp, bulunca kaçan
İşkembeden sallayıp, çorbası ağzını ekşiten sevgilim
Onur duymak. Ölmek.
Bitirememek ve gitmek.
Ağzıma üflediği nefesle bana can verip
Diklenince otoritesine, cehenneme süren sevgilim
Arafta kalmak yeterince acıyken
Beni öznesiz, yüklemsiz, üç noktalı belirsiz, yarım bırakan sevgilim...
Uyanmak. Ölmek.
Başlamak ve rüya görmek.

Sonsuz

Tüm iyi hikayelerin içinde ölüm vadı.
Sonlarla mükemmelleştiler.
Oysa sonsuz olsun istiyordum hikayem.
Bir yandan yüzyıllık yalnızlıklarını yazıyordu şairler.

Defolu mal

sonunda genlerimizin bir başka acüzede vücut bulduğu
Zavallı aciz bir hikayemiz olacak
okulu bitir, işi bul, kocayı bul
doğur
dağlara kim çıkacak?
Çıkmadım dağlara ama doğurmadım da oğlumu
kırdırmak istemedim babasını
aşık olabilecek tek adamı taşımak istemedim rahmimde
sayfalardakine vurulduğumla gömüleceğim.
Bir ekmekten fazlasını verebilirim diye kaçma benden
ama hakkımı yedirdiğim için kaçabilirsin
ya da sabah dokuz akşam beş kendimi devlete sattığım için
yine de imzayı atmadım kurtuluş için,
kocaman mezar taşını parmağıma geçiresin diye beklemedim
belki gelirsin, yaşarız.
Bizi yazarsın, nasıl öleceğimizi
ben kıvranırım nefesini içime üflemen için
suretinden bir ben yaratasın diye
topraktan işler misin sen de beni?
yarattığından tiksinip bedel biçmeden
İlmek ilmek dokur musun kendinle?

Hadi kız olsun çamurdan olsun dedin,
kulağıma üç kere ismini üfledin,
çarmıha gerilecek bir fallusum yok
o halde eza evim neresi olacak?
kutsal topraklar mı suyu üstüne boşalan herkesin hak iddia ettiği?
kırmızı bayrakla dalgalansa da beyazı da var
üstelik kırmızı isyan değil, onur bu ülkede
ve ak artık beyazla bir değil beni düşürdüğün yerde
Hatta mavi de umut değil, olsa olsa barkodumun rengi
ağzımın üstünden geçen bir eşarp, 50 adet yıldızla bezeli.

Tesadüf mü varlığım, yaratıldım, üretildim mi?
Yeni bir mal doğurmayacağım orası kesin.

Çarşaflarca Üçlü Sarılma - Sonuç

Önceki attığım maili görmezden gel rica ederim. Yazmasaydım da olurdu, daha iyi olurdu. Aslında en sağlıklısı bir daha hiç iletişim kurmamamız olacak. Sebebini de sana en iyi bildiğim yolla bir hikayeyle anlatacağım.

Koridora karanlık basmaya başladığında artık okuldan çıkması gerektiğini fark etti. Zaten artık daha fazla yazamayacak duruma gelmişti. Toparlanıp kendini odasından dışarı attı. Yürürken gözüne bir afiş ilişti. Bu akşam Strindberg'in a dream play'ini oynayacaklardı. Miss Julie'yi okuduğundan ve katiliyle beraber ona gereksiz anlamlar yüklediklerinden beri Strindberg çok daha farklı işlemişti içine. Nasılsa ehliyetini kaybettiğinden eve yürüyerek dönmesi gerekecekti. Oyunun oynandığı yer de yolunun üstüydü. Tek başına gitmeye biraz çekinmişti en başta, ama yalnız olunca oyunla ilgili daha rahat notlar alırdı defterine zaten. Belki böylesi daha bile keyifli olurdu. Sigarasını tellendire tellendire gitti buldu sahnenin evini. Sırada beklerken oturup karadeliklerle kafayı bozmuş bir delinin harikulade, kendisinin asla birleştirmeyi düşünmediği bir düzende kelimelerini dizdiği satırlarını okumaya başladı. Sonra bir yazı gözüne çarptı;
"Ekip gelemediği için bu akşam Persepolis oynanacaktır."
Oyunu daha önce duymuş fakat bir türlü izleyememişti. En son gitmeye karar verdiklerinde arkadaşlarıyla trafik kazası geçirmişlerdi. Nasılsa bu kadar beklemişti. Sonunda oyunu izleyecekti demek. Sırada beklerken birden insanların elinde biletlerini gördü, kendisi okumaya dalmışken onu atlamışlardı demek. Ne güzel bu kadar gözün arasında seçilemiyor olmak. Şansına orada çalışan bir arkadaşının yardımıyla bir bilet buldu ve içeri girdi. Arka sıralardan birine oturdu, seyircilerin tepkilerini de not almak istiyordu. Defterini çıkardı ve yazmaya başladı. Etrafa bakınırken bir an kafasını çevirdiğinde onu görmeyi beklemiyordu. Hemen önüne döndü ve fark edilmediğini umdu. Kalkıp gitse daha fazla dikkati çekecekti. Bir de onun oturduğu sıraya yerleşmişlerdi arkadaşlarıyla beraber. "Neyse," diye düşündü. "Abartmaya gerek yok. Zaten izleyip gideceğim, hiçbir şey olmamış gibi. O da yalnız, garip bir durum olmayacak." Işıkların kapanmasıyla daha da rahatladı. Ta ki başrolü görene kadar. Ne garip karanlık bastığı an gerçeğe uyanmak, gerçeği bağrında saklarken aydınlıktakinin bir haber gülüşlerini izliyor olmak. İnsanın oedipus gibi gözlerini oyası geliyor. Henüz bir iki hafta öncesinde bir kaç koltuk ilerisinde oturan adamla, onun evinde, bu başrolün fotoğrafının gözleri önünde bir bütün olmuşlardı. Cehaletinin baki kalmasını isterdi, ah keşke o kadar şanslı olabilse. Ne yazık ki şansla teşriki mesaisi hiç olmamıştı. Fotoğrafından tanımıştı hemen onu, ama kanlı canlı görmeyi beklemiyordu. Bir kız çocuğu bu. Bir kız çocuğunun sesi ve mimikleriyle rol yaptığından değil. Bir çocuğun gözleri, yüzü, elleri, sesi ve bedeni var. Saflığına hayret etti, hayran kaldı. Günahlara karışmak isteyen bir masumiyeti vardı. Kendi oyununda başrolde, yerinde gözü bile olmayan biri yüzünden onu kaybetme tehlikesinden bir haber repliklerini aktarıyordu. Çok güzel güldüğünü düşündü. Çok güzel ağladığını. Evren oluşundan beri kendisiyle dalga geçtiğinden midir bilinmez bir sahne içine daha çok oturdu. Rolü gereği "benim amcam neden öldü?" diye sorup ağlıyordu. Kendi amcasını kaybedeli tam üç gün önce bir sene oluyordu. Nasıl içine işlemişse kan çanakları dolu dolu mimiklerini hiç oynatmadan, karanlıkta olduğu yerde kimseye bir şey belli etmemeye çalışarak için için dökülmeye başladı. Hayat işte. Sahnede üstüne ışıklar dökülen bir kız çocuğu rolü gereği amcasına ağlarken karanlıktaki bir seyirci sahici yaşlar akıtıyor. İçinden bağırmak geldi o an. "Hiçbiriniz hiçbir şeyin farkında değilsiniz! Neden durmuyor! Neden benimle uğraşıyor! Androjen bir tanrının beni figüran yapmasına artık katlanamıyorum, daha fazla olmuyor, dayandım buraya kadarmış. Yeter!" Diyemiyor. Susuyor. Vazgeçiyor. O bir çocuk. O daha çocuk. Yaşamayı ve mutlu olmayı hak ediyor. Senin zaten kaybedecek hiçbir şeyin kalmamış, çok vaktin bile. Bırak, çekil işte, tek noktasından bile tutma bu hikayeyi. O oyunun inişleri çıkışlarında dolaşırken karanlıkta seçemediği bir kadın pathosun derinliklerinde dolaşıyor. Kimse farkında değil ama climax onun elinde. catharsis yaşatmayacak bu lal trajedi. Kimseye bir hayrı olmayacak. Işıklar yanıyor. Ara veriyor oyuncular. Sıranın başında olan adamın yerinden kalkıp dışarı çıkmasını bekliyor. Uzaklaştığından emin olduktan sonra oyundaki gibi bir salon yanıyormuş gibi kendini dışarı atıyor. Sanki bütün hayatı bir sahneymiş bir de fon müziği eksikmiş gibi geri plandan olmayacak bir şarkı çalıyor. "Fırtınam, felaketim, hasretim..." Kendini bu akşam bu oyuna seyirci eden katili, ve diğer tüm cinayetleri anımsıyor. Katledilen ihtimalleri, riyakar gerçekleri, bütün bu devranın sistemli bir şekilde kendisine dramlar çizmesini. Gülmek isteyip, gülemiyor bu şakalara. Bir konser gecesinde kendilerini buluşturan tesadüfleri düşünüyor. Şu an burada bu şarkının çalmasını çok acımasız buluyor. Hızlı hızlı adımlarla kendi odasının yolunu tutup dumanlara boğulmadan hemen önce bütün ilişiğini kesmesi için oturup yazmaya başlıyor;
"Aslında en sağlıklısı bir daha hiç iletişim kurmamamız olacak. Sebebini de sana bir hikayeyle anlatacağım."

Çarşaflarca Üçlü Sarılma - Başlangıç

Dudaklarını yanaklarına hafif hafif dokundurarak gezdiriyordu yüzünde. Soğuk, kaskatı bu cesedin çoktan toprağın altına saklanması gerekirdi ama bir daha asla görülemeyecek bu güzelliğe bir türlü kıyamıyordu. Aklına bir şarkı geldi. “Senden farklı olmayan hayaletler için tatlı çilekler hazır. Hayaletler şimdi seni bekliyorlar. Uçtuğumuzu ne zaman anlarız? Gittiğimizde ölür müyüz?” Bak o kucağındaki gitmemiş işte. Sıcak nefesini üfledikçe hayata dönecekmiş gibi hissediyordu. Halbuki saydam bomboş bakan gözleri görmüyor kendisini. Nefes alırken de görmezdi. Kendisinden başka her şeyi görür, kendisini delip geçerdi. Koynuna başını gömüp yanına uzandı. Yazın sıcağında nasıl serinletiyor vücudunu. Kokmuyor olsa bundan güzeli olamazdı. Fakat bunun da çaresi var. Tuzsuz yemeğe tat katar gibi parfüm şişesini boşalttı çıplak vücudun üzerine. Onları burada yatar dururken kim ne zaman bulabilirdi? Sahi, kaç zaman geçmişti? Çok insan geçmişti onu hatırlıyordu. Hep bunu hayal etmişti. Tahtadan bir kulübenin içinde tek bir sedir, küçük bir masa üzerinde binlerce sayfa ve bir sürü kalem. Bir de ikisi. Başka hiçbir şeye ihtiyaçları yoktu. Ne ekmeğe, ne suya. Bak ona söylemişti. Burada onun havaya bile ihtiyacı yok şimdi yatarken öylece yerde. Kendisinin de onunla beraber çürümesine izin verecekti. Onun hayatını kendi elleriyle almıştı. Kendi hayatını onun ellerine teslim edecekti. Uzanıp bu sözü kendine bir kere daha neden verdiğini hatırlamak için dudaklarına dokundu. Uzun süre öptü. Karşılık yok. Hiç olmadı. Onları aramaya çıkmışlar mıydı? O cadı en başta nasıl meraklanmıştır. Sevdiğinden de değil. Bencilliğinden. Bu kadar tapınılan bir tanrıça kulundan elbet vazgeçmek istemezdi.
“Şimdi tanrıçası hangimiz bakalım?”
Düşüncelerinin kendini sarmasına izin verdi. Kare kare aklına görüntüler geliyordu. Onu sokakta ilk gördüğünde kendisini ilk öldürene ne kadar benzetmişti. Tek bir farklılıkları vardı. Kendi katili hiç gülmezdi. Oysa bunun gülüşü tüm sıkıntılarını saklamaya çalışmasıyla beraber ne kadar samimi. Kendi de maskelerini çok sevdiğinden dudaklarının yukarı kıvrılmasına hayran olmuştu. Umuda benziyordu. Acıya benziyordu, tıpkı şairin dediği gibi. Bir şekilde tanışması gerekiyordu onunla. Defalarca kafasında kurmuştu. Yanına gidip her şeyi anlatacaktı. Her şey bir cümle ile başlayacaktı. “İstesen sabaha doğardım, güneş olsam sevmezsin” demişti ona katili. O da ona bu kadar şairane cümlelerle yaklaşmak isterdi. Ne yazık ki doğurmayı sevse de bir caninin başarılı olduğu kadar başarılıydı kelimelere hayat vermekte. “Çok özür dilerim. Sen beni tanımıyorsun. Ben de seni. Oysa kaybettiğim birine çok benziyorsun. Sakıncası yoksa birşeyler içip seninle biraz konuşmak istiyorum.” Bütün isteği buydu. Yalnızca birkaç saat kendi sussun, bu “doppleganger” anlatsın. Katilinin mutlu olduğu, yapay da olsa gülebildiği bir kurguyu gözlerinin önünde izlesin istiyordu. Bir türlü yakınlaşamıyor oysa. Bir kaç kez görüyor onu kampüste, tanıyor yüzünü. Nasıl tanımasın. Parmağında katilinin yüzüğünü taşıyor hala. Baktığında gözlerini anımsayıp, donuk bakışlarından kaçıyor. En sonunda bir gün bir tanıdığın yanında rastlıyor ona. Tanışıyorlar. Kader nasıl da sürreal. Beraber yemek yiyorlar. Belli etmiyor ancak her hareketini izliyor. Dudaklarına çayı götürüşünü. Konudan uzaklaştığında bakışlarını kaçırmasını. Nefes aldığında göğsünün inip kalktığını. Sigarasını sararken parmaklarının titreyişini. Hepsini yakalıyor. Özellikle sesli güldüğünde ritmini aklına kazımaya çalışıyor. Sonraları hayal kurarken yüzlerinin farklılaşan detaylarını, ses tonlarındaki ayrımı silecek. İkisini tek karakterde toplayıp nefes aldıracak.
Unutmaya çalışıyor daha sonra. Bir saplantı, bir hastalık olduğunun ayırdığına vardığı zamanlar kafasından tüm düşünceleri siliyor. Böylesine bir anlam yükleyiş başka bir ruha verilecek en büyük ağırlık. O da vazgeçiyor. Ta ki bir akşam bir konsere gitmek üzere yine o tanıdıkla beraber kendisiyle rastlaşana kadar. Arabayı kullanırken gözü sürekli dikiz aynasında. Katili de bir zamanlar kendisini şu an onun oturmakta olduğu yerde sarmış, boğmuş ve yeniden doğurmuştu. Farklı bir ülkeden kalma çocukluğu yüzünden çok aşina olmadığı şarkılarla eğlenmeyi iyi öğrendiğinden konser boyunca anılara takılmadan o anı yaşamayı başarabilmişti. Yanındaki sahte ikizle konuşuyor, konuştuğuna inanamıyor, benzerliği kadar farklılığı da onu etkilemeye başlıyordu. Bir ara kolkola girdiklerinde sahte ikizin parmakları kendi parmaklarına dolanıyor. Sonra hemen çekiliyor. Neden çekiliyor? Elleri zehirden değil ki. Parmakları iğneli değil ki. Etten, kemikten parmakları. Nasıl olup da bu konser meydanında tutulan diğer ellerden farklı elleri olabildiğini düşünüyor. Neden kendi elleri tutulduğunda tutanı yakıyorlar? Kaçmasından biraz memnun olarak geri çekiliyor. Ancak arada sırada sırtına dokunan bir el, ona zihninde çektiği eski fotoğrafları anımsatıyor. Konser bittiğinde geri dönmek üzere arabada yalnız ikisi kalıyor beraber. Kader ah ne oyuncu. Çantasında uzun zamandır taşıdığı sihirli otları paylaşmayı teklif ediyor sahte ikize. Kabul ediyor. Ancak nerede? Geceye ikizin evinde devam etmek üzere yola çıkıyorlar. Eve geldiklerinde her yerde resimler buluyor. Yazılar, kitaplar, notlar. Bir tanrıçaya yazılmış kısacık bir şiir buluyor. Hatırlamıyor. Sahte ikiz yazmış olabilir. Katili de tanrıçasına böyle notlar vermeye bayılırdı. Otururlarken ve artık ciğerleri sihirle dolmuşken, ikisinin de boğazları yanmaya başlıyor. “Ateşsen yanacaksın.” Dediğini hatırlıyor katilinin. “Bize su getireyim” diyor sahte ikiz ve ayağa kalkıp iki adım bile atmadan kendisini dansa kaldırıyor. Akılları başlarında olsa bunu bir satranç oyununa benzetebilirlerdi. Ahengin, ritmin böylesini yakaladığına şaşırıyor. Katilinin iki sol bacağı vardı oysa. Yüzleri birbirlerine bir yaklaşıyor, bir uzaklaşıyordu. Dudakları önce hangisinin teslim olacağını belirlemek üzere kareler üzerinde taaruza ve savunmaya geçiyordu sırayla. Yanakları değiyor, kimse teslim olmuyordu. Ta ki şah artık dayanamayıncaya kadar. Uzun uzun öpüp yavaşça onu yatırdığını hatırlıyordu, gerisini değil. Yalnızca bölük pörçük birkaç an var aklında. Neden tamamen teslim olamamıştı? Neden yalan söyleyip içine girmemesi için onu durdurmuştu? Çok hızlı yakınlaştıkları için tedirgin olmuştu. Kendisine en son katilinin dokunmasına izin vermişti. O da hemen kalkıp gitmişti sahnesi doruğa ulaştıktan sonra. Bu sefer de öyle olmayacaktı. Bu sefer kenarda kendi halinde unutulmuş bir figüranlığa razı olamazdı.  Sahte ikiz rahatladıktan sonra jaz müziğin akışına kapılıp kendi kendine mırıldanarak uykuya dalmıştı. Dalmadan önce ettiği tek bir cümle aklına takılmıştı ama, koluna yattığı zaman “alışkınım ben” demesi. O andan sonra bir türlü rahat edememişti. Paranoyaklığının bilincinde yine her şeyi fazla okuduğunu düşünerek rahat etmeye çalıştı. Kolunun üstüne yatıyor, aşağı kayıp çarşafı bulmaya çalışıyor, duvara yaslanıyor ama yerini asla bulamıyordu. Yatağın her bir santiminde iğneler var sanki. Duvarlar üzerine üzerine geliyordu. Birkaç defa omzuna dokundu ikizin. Uyanmayacağından emin olduktan sonra kalktı, elbiselerini yeniden giymeye başladı. Cebindeki bozuk paralar yere düşer de onu uyandırır korkusuyla cebinden çıkarıp başucundaki komodine bıraktı. Komodinin üzerinde iki tane çerçeve vardı. Birinde sahte ikizle beraber bir kız, diğerinde ise kız yalnız başına yalnızca yüzü yansıyordu. Bu sevimli kızın varlığı üzerine çokça düşünmesi gerekmedi. Hala başı dönüyor ve bir an önce buradan çıkması gerekiyordu. Elini kapıya attığında açamadığını farketti. Karanlıkta el yordamıyla anahtarı buldu, sessizce en ufak tıkırtıya bile kubak kabartarak kaçtı evden. Arabasına atladığı an ise yan koltukta bir cüzdan olduğunu farketti. Açıp bakınca sahte ikizin unuttuğunu anladı. Sabah uyanınca bu ikiz, başucunda bir sürü bozuk parayı bulacak fakat kendisiyle cüzdanını boş yere arayacaktı evin içinde. Bu sahnenin kendisini nasıl göstereceğini düşününce gülmeye başladı. Fakat artık geriye dönemezdi. Mecburen ertesi gün işe gitmek için evden ayrılmadan onu yakalaması gerekiyordu. Eve varıp kendi yatağında rahatı bulduğunda huzursuzluğun hala yakasını bırakmıyor olması onu şaşırttı. Mekan değişmiş fakat kokusu onu takip etmişti. Hayallerinin ve korkularının arasında uyuyakaldı. Sabah uyandığında hemen duşa girdi, bir önceki gecenin izlerini silmek istediğinden kaynar suyla derisini kazıya kazıya yıkandı. Saçlarından su damlaya damlaya yeniden dün gece kaçtığı evin kapısında buldu kendini. Şaşırmış bir ifadeyle açılan kapının ardındaki gözleri tartamıyordu şimdi. Oysa dün gece ne kadar farklıydılar. Aynı dört duvar, aradan anlar geçmiş ve şimdi ruh halleri ikisini de bambaşka iki insan yapmıştı. Cüzdanı kendisine teslim ettikten sonra en azından onu işe bırakabileceğini teklif edebilirdi. Sahte ikizi işe bırakırken sadece sarılabildi. Birbirlerine numaralarını vermek bile daha yeni akıllarına geliyordu.

Aradaki hafta boyunca ara sıra aklına geliyordu. Derin bir sessizlikten başka hiçbir şey yoktu oysa. Hakkında hemen hemen hiçbir şey bilmediği birine bu kadar yakınlaştığı için arada duyması gereken vicdan azabını duyduğundan emin olduktan sonra rahatlıyor ve ihtimalleri düşünüyordu. Haftasonu çalıştığı yere, bir fuara gittiğinde ona standlardan birinde rastladı. İşleri olduğu için ona selam vermekle yetindi. Daha sonra ise gelen mesaja şaşırdı; “kayboldun!” Bunu bir alışkanlık haline getirdiği doğruydu. Kaybolmayı seviyordu. O sırada entellektüelliği çok satan kitaplarınca onaylanmış bir yazarın yavan, fakat talep edilen konuşmasını dinliyordu. Konuşma bittikten sonra aynı standa uğradı fakat onu göremedi. Muhtemelen bir daha görüşemeyeceklerini düşünerek dışarı sigara içmeye çıktı. Duman ciğerlerini iyice acıtsın diye içinde tutarak sigarasını içerken sahte ikizin yemeğe çıktığını bildiren mesajını okudu. Kendi yerini de söyledi, fakat yanına gelmeyeceğinden emindi. Halbuki gelmesini ne kadar çok istiyordu. Biraz konuşabilmek istiyordu. Biraz daha tanıyabilmek. Onda samimi bir şeyler bulabileceğini düşünüyordu. Dağılmış kafasının ücra köşelerinde bir yerlerde karanlığa dair, aydınlığa dair bir savaş vardı ve kendi barikatlarına benzetiyordu. Önce bir daha geri dönmeyip yanındaki arkadaşına kitaplarını başka bir zaman alması gerektiğini hemen buradan eve dönmeleri gerektiğini söyledi. Sonra sigarasından son nefesini aldı ve geri dönüp en azından bir kez daha onu görmesi gerektiğine karar verdi. Hem de kitaplarını da alabilirlerdi böylece. Standa geri döndüğünde onu orada buldu. Bir roman sordu, fakat kalmamıştı. Etraftaki bakışların arasında sanki koluna mı dokunmuştu? Elinde bir yakınlık, bir tanıdıklık? Belki de ona öyle geliyor. Gerçekliğin tekil olmayışına lanet ederek anlam atfetmeyi sonlandırdı. Sonra beklemediği bir teklif geldi karşısından. Sahte ikiz kendi kitabını ödünç verebileceğini söyleyerek akşam onu evine davet etmişti yeniden. Emin olamadı. Akşam başka planları vardı. Yine de bu teklife sevindiğini farketti, yeniden bir bağlantı kurulabileceğini düşündü. Demek nefes alınacak ihtimallerin bir doğumuna dalalet olabilirdi bu heyecan. Kesin bir cevap veremeyerek uzaklaştı. Arkadaşıysa ısrarlıydı. Her zaman diğer işleri çözebilirlerdi. Eğer biraz olsun heyecanlanabildiyse, akşam gidip onu görmeliydi. Neler olacağını kestiremiyordu, fakat neden parfüm sıkıyordu? Neden makyaj yapıyor, neden nasıl göründüğüne bu kadar dikkat ediyordu? Akşam daha önce kaçtığı evin kapısını yeniden çalana kadar kendine bile anlam veremiyordu. Bir kahve içip kitabını alıp eve geri gelecekti muhtemelen. Ne yazık ki öyle olmadı. Kahvesini içiyordu evet, ama sahte ikiz saçlarıyla oynarken. Geçen defa alkol ve dumanların altında sağlıklı düşünememiş olabilirlerdi, fakat bu gece ikisi de rasyonel kararlar alabilecek durumdaydılar. Almamaları, fiziksel çekimin bir oyunu mu, yoksa her ikisinin de monolog ihtiyacından mıdır bilinmez, başlarına daha çok iş açacaktı. Sahte ikiz kendisinden masaj yapmasını isteyince bunu reddetmedi. Sırtında parmaklarını dolaştırıyor, benlerini tek tek inceliyordu. Söylenmemiş sözler nereye gömülür bilinmiyor, fakat dokunulmamış benler kendi tenine pek güzel yerleşiyordu. Omur iliğinin hizasından boynuna doğru ince bir çizgide onu öpmeye başlamıştı şimdi. Onu istediğine karar vermişti, bu sefer kaçmayacaktı. Baş ucundaki komodine ilişti yeniden gözü. Bir an gülümsedi. Çerçeveler onunla alay ediyordu da haberi yoktu o an için. Sahte ikiz kendisini sert bir şekilde geriye çekti. Artık tamamen bütünleşmişler, yalnızca içgüdülerini takip ediyorlardı. Üstü başı ikizle kirlendikten sonra ter içinde temizlenmeye başladılar. Soğuk su bedenine değdikçe ürperiyordu. Başı dönüyordu, ama mutluluktan. Hevesinin kursağında kalacağından bir haber yanına yattı. Bu gece sonunda yanında uyuyabilecekti. Yarın umurunda bile değildi. Yarın ikisi de yeniden ölebilirlerdi. Şu an yaşıyorlardı ve aldıkları nefes onlara yetiyordu, gerisi hikaye. Türküler dinletiyordu ona. Acıdan, samimiyetten, umuttan ve oyunlardan bahsediyorlardı. Umudun imkansızlığını savunan ikize şaşırmadı. Katiliyle benzeştiği noktalardan biriydi bu umutsuzluk hissi. O anda dövmesinin yeni bir anlamını keşfetti. Evet, nefes aldığı sürece umut ediyordu. Umudunu tükettiği anda ise nefesini zamanından önce kesmek zorunda kalacaktı, başka çıkışı yoktu. Konuşarak, tenlerini birbirlerinden ayırmayarak, türkülerini dinleyerek uzandılar. Ta ki melun bir soruyu sormak aklına gelinceye kadar. “Bu kimin?” Gelen cevap öylesine rahat verilmiş, öylesine sıradan bir ses tonuyla aktarılmıştı ki olağanlığına şaşırmadan yapamadı. “Sevgilimin.” Az önce en derin yerlerinde gezinen parmakları baş ucundaki resme işaret ediyordu. Bir süre hiçbir şey yapmadan kalakaldı. Ne düşüneceğini bilmiyordu. Bir kez daha kaçması gerektiğinden başka. Hemen kalktı, giyindi. Arkasından gelen ikiz kendisinden özür diliyordu. “Ben böyle öğrenmeni istemezdim. Saklamak gibi bir niyetim de yoktu inan. Çok özür dilerim.” Kendi aklında ise bambaşka düşünceler var, şu an şok olması dışında bir şey hissetmiyor olması fakat çok da öfkelenmemiş olması gibi. Ağzından dökülüyor kelimeler hiç düşünülmeden, rahme düştüğü gibi; “üçüncü kişi olduğumun farkında değildim. Bunu sık yapıyorsun sanırım? Ben çok yanlış anlamışım, ama daha önemlisi benim gibi değersiz birinden özür dilemen gerekmez, sevgilinden özür dilemelisin.” Kapıyı ısrarla açmak istemiyor sahte ikiz, ona sarılıp sarılamayacağını soruyordu. Yalnızca başını hayır anlamında iki yana sallamakla yetinebiliyor, göz göze gelmekten hunharca kaçınıyordu. Son bir cümle söylemek için arkasını döndü nihayet kapı açıldığında. Bir anda değmeyeceğini düşündü ve merdivenlerden artık kendini tutamayarak ağlaya ağlaya inmeye başladı. Elinden geldiğince sessiz olmaya çalışıyordu. Daha sonra kenarda sigarasını yakıp gidebileceği bir eve ararken balkonda onu gördü. O muydu? Aşağı inen birini seçti, sonra karanlıkta biraz bekleyip yeniden yukarı çıkanı izledi. Benzetiyor ama anlam veremiyordu. Onu tutsa kolundan ne diyecek? Ne anlamı kalacak. Bu nasıl aklanabilir? Aklanmalı mıdır? Bu neden bir aldatmadır? Halbuki herkesçe paylaşılan gerçekte yargılanmıyor olsalardı, gözleri üzerlerinden atabilselerdi bu fiziksel çekim, bütünleşme yalnızca bir anda saklı kalırdı. Ne Sahte ikizin sevgilisine duyduğu aşk kirlenirdi, eğer kirlenmekse bu, ne kendisini düşüreceği bir konum olmazdı ne de sevgilisinin değersiz hissetmesine sebep olacak bir durum. Ancak çoklu gerçeği insanlara anlatamayacağının farkındaydı. Kızması gerektiği için ona kızacaktı, çok doğal olarak kendini gerçekleştiren iki insan bunu bir sır, bir leke olarak koyunlarında büyütüp anın gelişine göre besleyecekti.