22 Ekim 2018 Pazartesi

Fark Edilmeyen Korkular

Bulutlara dokunmadan
Yüksekliğin acziyetine kızamazsın.
Geceyle bakışmadan güne doğulmuyor.
Sürekli sancılanıyorum.
Ne doğabiliyor, ne doğurabiliyorum.
Doğmamış, doğurmamış birini daha tanıyorum.
İlk hayır dediğin zamanı hatırlar mısın?
Yürüdüğünü bile başkalarının anlattığı kadar biliyorsun.
Duymadım, gördüm.
Kördüm,
Ama sen benim el yordamıyla tanıdığım kördüğümüm.
Sus artık, sus.
Konuşmuyor, anlatıyorsun.
İnsanlığın deli cesareti,
Erteliyorsun.
Dinlemediğini anlamıyorsun.
Nitekim bir dikenden daha özel değilsin.
Henüz sahneye veda etmedin,
İçerdeki karanlığı tanımıyorsun.
Ben izliyorum.
Gerilim tonlarına karışıyorsun.
Çığrından çıkmadan seni bilemem ki,

Fark edilmeyen korkular ne güzeldir.

Kar

Özümdeki sancılar bir kar tanesi kadar girift,
yaş aldıkça çığa dönüşüyor.
Yüksek kıvrımlarından aşağı bakınca
hep içimden atlamak geliyor.
Oysa ben yaşamayı seviyorum.
Yaşayanlarla derdim var,
dertlerim hep zamanda donakalıyor.
Yeterince üşürsen yanabilirsin,
benimse hep içim titriyor.
Var bir kıvılcım ama asla alev almıyorum.
Cayır cayır tutuşanlar var,
utanmıyor musun?
Herkesin cehennemi,
değip geçiyorum.
Bazı sancılar cehenneme kar düşene kadar.

13 Kasım 2016 Pazar

Benim Kelimelerim

Kelimeler eriyip kalıplara dökülüyor.

Kalıplar kırık dökük, çirkin.
Çatlaklarından kan sızıyor.
Kalıplar birbirinin aynı, süslü.
Bir kere ağzını açman yeterli.
Bazen tüm kalıplara yakışırsın.
Hak etmediğini düşünmen yetersiz.
Bazen tüm doğrulara rağmen,
senin çatlakların görünmez kalamaz.
Eziyetin bitemez.
Görülen görünmez kılınamaz.

Kelimeler donup kalıyor.

İçlerine girdikleri kaplar onları kusuyor.
Bulantı kadar doğal, rahatlatıcı,
ağzını açamadığın kadar.
Affedilmeyi beklerken kırılmak kadar yüzsüz.

Kelimeler koşup seni boğuyor.
Anlaşılmak, namütenahi,
eriyerek yok olmak mümkün.

Başkalarının Kelimeleri

Kelimeler kalıplara eriyerek dökülürler.
Derdin altı hiç yakılır mı?
Hiç söner mi?
Tırnaklarını bıraktığın bu hayattan hiç soluksuz kaçılır mı?
Durulur mu?
Sorular, sorular.
Tüm cevapları karanlığa saklamışlar.
Saklanan tüm yaşlar,
aleni, çıplak, aciz, komik.
Bir palyaçonun makyajında,
ayan beyan, tahrik edici,
gözümün içine saplanan iğneler gibi,
gerçekler acıtmaz, savaşta yaralanan askerler gibi,
bir beşiğin pamuk rahatında tırnağı kesilen bebekler gibi.
Bazı bebekler daha özeldir.
Kimi bebekler yere düştüğünde anneleri benlik sarhoşluğuyla ağlar.
Kimi bebekler yere düştüğünde anneleri zafer sarhoşluğuyla güler.
Benim bebeğim düşse de ölmez,
güveniyle hayatına rahat rahat devam eder.
Bebeğin seçim hakkı var mı?
Olsaydı, annesiz doğardı, şüphesiz.
Doğa gibi, anne gibi, baba gibi, kelepçeler gibi,
kelimelerde çözüm.
Hiçbirine alışamıyor bebek, ne güzel.
Her seferinde arzusunun nesnesine koşuyor.
Bu süt bizi zehirliyor.
Her güldüğünde bereketiyle ardından çürütüyor.
Süt, yaşam.
Yaşam, nefes.
Nefes, darlığı gerektirir.
Hani bize hiç açıklık yok mu?

9 Kasım 2016 Çarşamba

Sanıyorum

Sanıyorum,
duygularım kendilerini bir ağaca asıvermiş.
Hep gülersin de soldu mu ağaç, öldürmeye yetişemez.
Üç soluk mu dumandan ya da dört?
Sanıyorum,
duygularım kendilerini bir tepeden atıvermiş.

Bir yüzüğe anlam atfetmem.
Ancak sonsuzluğa atfettiğim anlam kadar, mesela,
tüm gerçekliklerin içiçe geçmesi gibi,
gözden yaşın hem karanlıktan hem renkten akması gibi,
tüm benliğimizi birleştirebildiğimiz kadar.

Sanıyorum,
anlamlar benim ağladığım kadar.
Benden çıkma zorluğu cehenneme giden yol kadar.
Nereye gider ruhum eğer canlıysa?
Sanıyorum,
kırmak, yeni içinde bıraktığın kadar.

5 Mayıs 2016 Perşembe

Güneş, Ay

Benim en iyi oyun arkadaşım karanlık sanırdım.
Kimselere göstermez,
hep çenemin altındaki kafesimde saklardım.
Neredeyse bir yıl olacak en iyi arkadaşımı satalı,
fakat biliyorum, o beni anlayışla karşılardı,
aydınlık çok çekici bir tuzaktı.
Tuzak dediysem,
yakalanmak bazı anlar esaret anlamına gelmez.
Esrarlı fakat esaslı bir esrikliğin esamesini görünce,
siz de beni anlarsınız.
Ben kopyanın kopyasıyken,
birdenbire aslını buldum.
Her şeyimi anlattım sandım aydınlığa,
o çoktan anlatamadıklarımı biliyordu.
Gün oldu güneş nasıl uzaklaşır bazen dünyadan,
hani hades kıskanır da geri alır canını doğanın,
bir kaç uzun geceliğine,
işte öyle azıcık uzaklara kaçtı aydınlığım,
 beni eski dostumun tanıdık sahnesiyle başbaşa bıraktı.
Bırakmadı da, oyun arkadaşım beni biraz özlemişti.
Ben de onu küçükken sevmesem bile
sırf kırmızısı çok parlak olduğu için yediğim elma şekerlerinin tadı gibi
tanıdık, tatlılıktan acı, dudaklarımı birbirine yapıştıran bir diş ağrısıyla karşıladım.
Karanlık benimle alay ediyor şimdilerde,
ama bu okula gitmeyi sevdiğim halde her sabah istifra etmem gibi bir alay.
Kırık dökük Türkçemle kafa bulan yeni sınıf arkadaşlarımla bir gün kanımın son damlasına kadar anlaşılabilmek için sarfettiğim güçten sonra üzerime oturan karakterim gibi artık başedebildiğim gibi bir yenik düşme hali. Gün bahara dönmekten kaçamayacaksa aydınlığım da dünyanın etrafında bir koşup bana geri gelecek biliyorum.
Çocukluk arkadaşım da biliyor.
bu yüzden biz hepimiz kafesimin üzerine örtülecek ışığı bekliyoruz,
karanlığım yeniden uyuyabilsin diye.
Biliyoruz. Benim buzu yalarken dilin yapıştığında duyduğun sancıyla eş çok dostum var kafamın içinde. hepimiz birbirimizi nefretle seviyoruz.
Emin olduğumuz tek şey aydınlığımıza tüm benliğimizle aşık olduğumuz.
ve bunun hatrına aydınlık hiç gelmese bile olur, fakat geldiğinde işte o zaman
ailemin en sevdiğim büyüklerinin hala nefes aldığı bayramlarda gelecekten herkesin habersiz olduğu ve hatırdan değil gönülden gülündüğü, bisiklet sürmeye göz dikebildiğin yaşta gurbetten gelip de ilk bayram harçlığını aldığındaki mutlulukla dolarız.
O zamana kadar eski dostumla ben birer sigara içip uyuyacağız,
Günaydın diyenimiz aydınlığımız olana kadar.


Seni seviyorum hayatım... sonsuzluğu aklın almadığı yere kadar.

1 Mayıs 2016 Pazar

Söz


Sözün kanadını kırmışlar da yazıya dönmüş.
Kadın da yorulmuş insanları kını bellemiş,
içlerini yarmış, bedenlerine sığamamış.
Doğurduğu tüm çocuklar azarlandıktan sonra
mahzun mahzun bakakalmamışlar.
İntikamlarını hep gündoğumuna gizlemişler.

Vakit gelmiş yazı şımarmış,
gitmiş gecelere sarmalanmış.
Mürekkebini akıtacağı yeri hep yanlış seçmiş.
Sınırlarını aramış, bulduğu bekçi ışıkmış,
dinleyecek gibi olmuş, ama göz bebekleri kamaşmış.
Korkularından kendilerine bir ana bir de baba yapmışlar.
Hemen onlardan kaçmışlar.
Hattı hududu belli ebeveyn mi olurmuş?
Kimin dokuduğu, kimin okuduğu belli olsaymış,
söz ölmese de olurmuş.

Anlam diye ağlayarak ana saymışlar.
Yokluk diye sevinerek peder sanmışlar.
Elele vermiş karanlığa gömülmüşler.
Rahat edememiş bir yılanın ağzında rahimlerine geri yüzmüşler.
Nefes alınamayan, dert anlatılamayan bir günün öncesinde,
böylelikle doğmuş söz,

ancak yazıyla ölebilmek için.

4 Mart 2016 Cuma

Kalabalık bir sokakta karşılaşılanlar

Yaşlı orospular görüyorum,
ve yaşlı olmayan orospular.
Aradaki tek farkın zaman olmasını midem kaldırmıyor.
Erkekler görüyorum,
ve kadınlar,
hem erkek hem kadın olanlar,
ne erkek ne kadın olanlar,
insanlar diyeceğim dilim varmıyor,
aralarında yalnızca yaşamaya devam etmek zorunda olanlar var.

Ne zaman üzülsem aklımdan şiirler geçer.
Bazılarını yazarım,
bazıları buruşmuş bir kancığın kıçına benzer.
Maalesef benim duygularım yok,
fakat gözlerim gayet iyi seçer.
Hiçbir şair gözlere muhtaç olmamalı fikrimce.

Yerüstünden yazılan notlar öyle edebi gelmiyor kulağa,
öyle değil mi?
Ama yolda karşılaştıklarında benim de önümden çekilmiyorlar.

İşgüzar

İçimde saklı bir şeytanlık,
nedametten saraylar yaptım da kendime,
kimi davet etsem haksızlık.
Kapkaranlık suratımda öfkeden ak küller,
beyazlarım yoluna yağıyor,
siyahlarım hep nazarlık.

Harflerimi damağıma yapıştırdım.
Lal olacağım diye lav akıttım dimağımdan.

Yerin gözümde cennet,
Yerim gözümde cehennem,
Yüzünü dökse yüzü olurum,
yüzüm noksansa azarlık.

Ben hep hakka taparım,
haksa bana teslim olacağına ölmeyi yeğler.
Benim adım safi işgüzarlık.
Mevsimim hep güz, işim yazarlık.
Konuşsam kekemelik, yazsam kasaplık.
Dizelerim bile bulutlu, halbuki bana bir sen aydınlık.
Sen de bana fırtınaysan,
sonum ancak allahlık.

11 Kasım 2015 Çarşamba

Sonra Devam edilesi taslaklar

Kocaman bir şaka olmayı kaldıramazdım,
seni eğlendirdiğimi gördüğüm güne kadar.

Çürüyecek kadar hayatta kalmayı başaramamış herkesin ardından iyi insandı denir.
Aramızdan hep iyiler mi ayrılır, kaybolunca mı iyileşirler?

Şeytan devriminde başarılı olsa tanrı olur muydu?

Ömrümde hiçbir şeye bağlanmadım.
ne anama ne babama ne toprağıma.
Fakat kilden bozma ormana dönme bir ömür biçtim senden kendime.
Yüzün anam, babam, toprağım.

Henüz ben aşkı tanımıyorken,
yalnızca bedenlere sıfatlar takarken,
sevgilim diyecek kimse yokken bile
şiirler yazdığım adamsın.

Buram buram değer
sizlikten kokuşmuşum.
Hep size akar hayat yine de istemezsiniz.
Bense bir damla için günlerce yalvarırım.

Bir karadelik beni yine içine çekiyor.
Kanımdan olan her şey beni zehirliyor.
Ses tellerimi ancak hıçkırıklarım çalıyor.
Mutlu satırları öğrencilerime havale ediyorum.
Umudu onlara devlet aracılığıyla satıyorum.
Ben ne işe yarıyorum?
Beckett görse suratıma tükürürdü, ben yine yazıyorum, Beckett şükür!
Lanetli olduğunu yinelemek yeniden üretirmiş gerçekliğimi.
Şans diye bildiklerimizden yalanlıklar biçmedik mi?
Pişmanlık.
Bir ağır kadife elbise gibi pişmanlık.
Kessem, eskiciye versem, yaksam külleri havaya karışıp yine de yok olmayacak gibi.
Pişmanlık.
Sorularla geçen ömrümde cevabı hep bildim.
Hiç cesaretim olmadı.
Sonra yanılsamaların içinde kabullendim yaşamayı.
Birbirine bakan iki aynanın sonsuzluğunda gördüm seni.
Kendimi de hemen karşında buldum.
Bulmak, arınmak.
Arınmak, dünyaya evcilleşmek,
topluma yabanileşmek.
Bir karadelik beni yine geri kusuyor.
Bu sefer yalnız değilim.

Olgun

Ben olgun bir kadınım.
Dağ gibi üç yaşında bir varlığım.
Kıvırcık saçlarım rüzgara aşıktır,
en çok da şeytan arabalarına meraklıyım.
Damarlarımdaki kan kiraz olduğu kadar eriktir.
Bazen pencereden kaçmaya sabırsızlanan bir sigara dumanıyım.
Bazen hiçbir maddenin yok olamayacağına hakim bir bilgeyim.
Coşunca şiirler yazmaya heveslenirim,
fakat, bunlar eğlenceli ilk satırlarım.
Mutlulukta yeniyim.
Çift bedende yek ruhum.
Aynı anda kendimin hem annesi hem babasıyım.
Hem kızıyım, hem oğluyum.
Doğdum ama uzun süre yaşamadım.
Ölmedim ama cennetime kavuştum.


Bir Nokta

Bir nokta kirletir.
Ağaçlar kültür kesilir.
Sözü artık kuşlar değil, ekranlar taşır.
Ne yapalım?
benlik unutulduğu yerde
bulunur.
Tablolar kitaplaşır, kitaplar tablolaşır.
Yazar çizer, çizer yazar.
Aydınlık karanlığın makyajını yapar.
Biz noktalaşırız, kainat bizleşir.
Kağıda dokunur, kaleme aşık oluruz.
En bilge melek isyan eder,
son ile sonsuzluğa kavuşuruz.
Zaman ölür, biz nefes alırız,
bir'in canı kirlenmek istediğinde...

23 Eylül 2015 Çarşamba

Koridorlar - Taslak

B

İ

L

İ

N

C

İ

M

İ

Z

İn koridorlarında dolanıyoruz.

Dümdüz gibi görünen bir yol ama,

bak yedinciye aynı köşeye çıkıyoruz.

Halkalarca dönüyoruz.

Bir ısırık daha al etimden,

çabuk ol yepyeni bir perspektife evriliyoruz.

Soğan halkalarından şehir yapmışlar,

Evren gözlerinde dalgalanıyor.

Evrende karelerin var olduğunu mu sandınız?

Sen benim hücrelerime doğru yola çıkan ışık mısın?

Ellerimiz kitlenmiş,

aklımızı yitirirken kendimizi buluyoruz.

Beynimiz merceklerimizi sihirli aynalarla değiştirmiş.

Yüzün genç, yüzün yaşlı, yüzün bir anda yüzyıllar.

Dalgalanıyoruz.

- Canım, mola anı.

Ufacık mantık tanelerine tutunuyoruz.

Eve gitmek zorundayız.

Ev nerede?

Bambaşka bir alemde ait hissederken kendimize gördüklerimize inanmamayı bellettik.

Dön bir koridor daha geliyor.

Sağımda solumda, altımda ve üstümde özün var.

Çimler soluk alıyor.

Ben soluğumu senin aracılığınla alıyorum.

Derimin altında yüzen harfler görüyoruz.

Yalnız, başımıza yaptığımız bir yolculuk bu.

Dikkat et bu köşede gökyüzü mora boyanıyor.

Bakışlarım bulutlarda kelimelerini görüyorum.

Ağzından menekşeler yayılıyor.

En karanlık yerlerinde aydınlığımı buluyorum.

Uzantım oluyorsun.

Şimdi yürüyoruz.

Hızlı. Hızlı. Daha hızlı.

- Mola anı geldi, dinle beni.

Duymamıza gerek yok ki.

Kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir yer burası.

Nitekim özümüz birbirinden ayrı değil.

Toprak olduk bir anda, hava ve su ve ateş.

Hepsini aynı anda, her şeyle aynı anda soluk alarak aktık.

Sokaklarca aktık.

Dalga dalga renkler, yüzümüzü aydınlattı.

Bizim yüzümüz.

Bizim elimiz.

Gözlerine bakınca bizimle aynı araca binmişleri tanıdık.

Yolculuğumuz aynı ve fakat ne kadar farklı.

Alice’i anlıyorum.

Van gogh’u anlıyorum.

Hepiniz delirmişsiniz, ben akıllanıyorum.

Nevrotik seğirmelerle kendime kendimi hatırlatıyorum.

Kendim sen, kendim ben, ve kendim biz.

Bir devrim olacak.

Ben başlatacağım.

Öncelikle kendimi devireceğim.

Benliğimi baştan başa harabeler içinde bırakacağım.

Gerçekliğimi reddedeceğim.

Acımı yürüyüşlere saklamayacağım.

Çocuğuna ağlarken şehidine gülmeyeceğim.

Marjinal renklerle saçlarımı değil ruhumu boyayacağım.

Kelimelerimi, efendilerimi, arzularımı yazarken zorlandığımı itiraf edeceğim.

İnkar edeceğim.

Gerçekliğimi, doğruluğumu, insanlığımı vuracağım.

Öğrendiğim ne varsa kanlı bir meydana çevireceğim.

Bir devrim oldu.

Başlattı.

Hiçbir şey yemeden, içmeden, koklamadan, tüttürmeden,

zehirlenmeden arındı.

Bir tavşanın kemirmelerini hissetti.

Bambaşka bir dünyanın mümkün olduğunu gördü.

Çoklar içiçe geçti, ikiler tekilliğe soyundu, noktalar daireliğe.

Hepimize karşı ikimiz tek ulan!

Koştular, koştular, koştular.

Titreye titreye hayatına notlar aldılar.

Yalanlarını, yanlışlarını, yanılgılarını, yanmalarını, yalnızlığını doğurdular.

Doğurduklarını sokaklara saldılar.

Artık hiçbir şey bağımsız değildi.

Artık hiç kimse bağımlı değildi.

Cüceler devleştiler. Yaşlılar çocuklaştılar.

Dün, yarın oldu, bu an, dün.

Ne yazık ki bu sipere ihtiyacı olanların göz çukurları boş.

Ne yazık ki ekranlara çiziktirilen bu zamanlarda,

Ancak bir ey (lem) sel devrimler şekli mümkün.

Ne yazık, diğerlerine, onların da çok umru.

Ne güzel, şans tamamen tabutuna sarılmadan anlam var oldu.

Var olmak, devrimin ta kendisi.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

mekanlar, insanlar

Mekanlar insanlarla var olur.
Ben seninle mekanlar üstü bir devir yaratırım.
Sen benimle hayaller,
ben seninle ihtimaller,
biz, onlarsız bir sınırsızlık yaratabiliriz.
Bir ihtimal onu anımsar, küfredersin.
Ben anları geri getiremem.
Mutlu bir gün batımına boğulmamak için,
gülümsemeyi deneyebilirim.
İnsanlar zamanla yok olur.
Ben seninle bedenlerin üzerinde bir alem düşleyebilirim.
Uykunun en tatlı yerinde seni izlerken,
sana kızmayı elimden kor bir demir parçası atar gibi bırakabilirim.
Seni bittikçe ters dönen bir kum saatinin içine hapsedebilirim.
Anılarını bana göm gerekirse,
ben sana yenilerini de doğururum.
Ne mekan, ne zaman, ne insan.
Ben ruhunla var olurum.
Hüznünle tarumar olurum.
Ama olurum.
Konuşmadan,
görmeden,
dokunmadan,
duymadan ve koklamadan,
var olurum.

Orkidem, kaktüsüm ve ben.

Bir sahradır içim.
Yirmi dört senedir avare gezer dururdum.
Gündüzleri cayır cayırdım,
geceleri kanım kumdan fırtınalarıma karışırdı.
Seraptan su umma derdi küreği kısa,
ben de üstada uymuştum.
Ufuk çizgimi sınırlarım bilip,
döne döne kavrulmuştum.
Maziden bir hatt-ı istivâ çekmişim kendime,
püripak bir orkidenin açabileceğini unutmuşum.
Bir uyandım ki yirmibeşime,
bir garip saksı çiçeği dolanmış eteklerime.
Ne arasın kayaların perişan olduğu yerde böylesi güzellik?
Nasıl kavgama karışmasın?
Susuzluğa alışıp da vazgeçtiğim sudan ona bulayım diye,
yeniden yola koyuldum.
Derviş olsam bir bakışta anlardım.
Berduşluğumdan alacakaranlığa kaldı umudum.
Gözlerim belli belirsiz seçti,
çenesinin toprağına serili dikenleri.
Bir bitki ki sanırsın devran donsa o akar,
durduğu yerde tek başına güneşe meydan okur,
olur da dünya duruyorum dese kendini yakar da durmaz.
Varsın batsın parmaklarıma iğneleri,
ben kendime yoldaş bulmuşum.
Akacaksa boğazımdan sudan gayrı bir damla,
viran yalnızlığımdan kurtaran zehrinden olsun.
Hem orkidemi de dikerim yardığım göğsüme,
canım yaşatır belki onu daha bir kaç sene.
Eğilip dokundum dudaklarımla,
durması kafiydi ya ben karşılığını da aldım.
İlk alnıma değdi damlalar.
Sonra ellerime, sonra bütün bedenime.
Sol elimin altında kaktüsüm,
semadan sağ elimden süzülenle beslenir oldu.
Tanrı misafirimi yaşatacağım diye,
Yaşam suyuma vakıf oldum.
O gün bu gündür bir vahayız.
Orkidem, kaktüsüm ve ben.

"Bir tereddütün" şiiri.

Ben ne mal olduğumu biliyorum.
Bırak da seni uzaktan izleyeyim.
Gözlerimi her kapattığımda koynundan ayrılmayayım da,
açtığım an asla etine iğnelerim değmesin.
Bırak gülüşün beni tatmin etmeye yetsin.
Akşama kadar sesine doyamadığımla kalayım da,
nefesin zehrimden etkilenmesin.
İste,
sen yine benim can özümü iste.
İste,
sen yine topuklarında uyanayım.
Lakin, uzanıp da parmağının ucuyla dokunma soğuğuma,
üşümeyesin.
Arabeskin dibine çakılmaktan vurgun yemiş bir şair bozuntusuyum.
Anlıyor musun?
Bak gör seni nelerden esirgiyorum.
Mutluluğu sana çok gördüğümden değil,
içinde benim de olduğum bir güzelliğe ikimiz diyemeyecek kadar
seni tanrılaştırıyorum.
Elimde değil,
kanatırım seni.
Bak benim derime, hep çelikten dokumuşlar.
Sen kanat,
sen beni yine kanat,
ama çirkefim üstüne sıçramasın.
Kimseye gitmemek için bunca uğraşmadım,
sen de soruyorsun,
niye?
Bana kızıyorsun.
Biliyorum.
Bilmek çare değil, canımın parçası.
Beni bir gün bilmeme ihtimaline
ben gecelerdir küfrediyorum.

8 Haziran 2015 Pazartesi

Saklambaç

En geç saatlerde saklambaç oynayan fikirler,
hangi koyunlarda avunur?

Ebesiyle güneş kaçmışken teşriki mesai edenler,
küçük dillerini yutar,
bellerini kıvıra kıvıra duvarlara yansıttıkları gölgelerine hayran kalırlar.
Dillerini kıvırıp da tek kelimeyi yerinden oynatamazlar.

Tam o zaman gecenin küçük alevlerini bulutlar saklar,
damlasa ağlayacak ama şeytanlar sobeler,
midesine ışıktan kramplar girer,
rüyasını kim bilir kime satacak.

Alıp götürür, satamadan getirir.
Günahlarını her gece ipe dizer.
Sabaha kadar kurusun diye boşuna bekler.
Arayandan kaçar, bulunsun diye umut eder.

Yorgunluktan sızar.
Küçük kıyametten medet umar.
Kabusları hep yüzüstü bırakır.
Avunsun diye oyunlara sığınır.

Her güneş battığında,
kuralları kendi koyar, kendi bozar.
Askerlerini tek tek sıraya dizer.
Korkudan bozma yenilgiler yaratır.

Bile bile felçli ruhunu meydana sürer.
Doktoruna cepheyi yasaklar.
Yüzü suyu hürmetine dünyaları yakar,
gözlerine değince donakalır.

Böyle böyle aklını üç başlı bir köpeğe yedirir.
İtin sahibine celladı olsun diye rüşvet dahi verir.
On dört kat ötede bir hayali mekanı uzaktan izler.
Layık olmadığını kendine ezberlettiğinden çukuruna hayran olur.

Bundan olsa olsa karanlığın mihmandarı olur.
Sen kaç kendini kurtar.

3 Haziran 2015 Çarşamba

Serseri Mayın

Paçavradan bozma kıyafetleriyle
alımlı bir orospu palas pandıras bir serseriyi izlemekte,
gözlerinin nesnesine nasıl kıyamaz?
Kıyar. Hem de canına.
Kendisiyle beraber Alsancağın sularında
pişmanlıklarını vaftiz eder mi?
Etmez.
Daha önce gözbebeğinin nesnesi,
kardeşinin nefsinden geçtiyse eğer.
Kaybeder.
Gözlerinin ateşini bin ağaca bölmüşse
kazanılan deneyimleri artık silemez.
Silemez mi?
Hem de öyle bir unutur ki,
orospuluk mesleğini politikacılardan daha güzel icra eder.
Ona dokunmak razı olmaktır.
Ona dokunmak tabutları hatırlamaktır.
Memento Amare!
Mori.
Aklın yaşadıklarını bir türlü kesemiyorsa,
Latince kesitler oku.
Belki meşru zeminler kandan karolarla örülüdür.
Mor,
ancak onun tenine yakışır, kanına değil.
Asaleti çok önce gömmüş, belli.
En azından izleri gerçekliği hatırlatır.
Fakat hangisini?
İzleri mi? İzinsiz geçtiğin sınırları mı?
En azından yabancılaşan kelimeler ifadeleri hep yumuşatır.
Mayınlar birer birer patlar, serseri sonunda ayaklarına kapanır.
Biri eğilip diğerinin kulağına fısıldar:
"işte şimdi boku yedin."

Çocuklarım

Çocuklarımı o kadar çok sevdim ki,
onları hiç doğurmadım.
Seni de doğurmayacağım.
Bahar yazı altına almışken
ve bir nefes, iki, üç...
kelimeleri arabaların ve ağaçların
ve dahi enstrümanların altına itmişken
sana gebe kaldığımı kimselere duyurmayacağım.
Kaç kare var ömründe ki köşeleri yusyuvarlak olsun?
Anılar zihnine birbiri ardına doluşup,
Uzaklarda bir yılan kendi kuyruğunda boğulsun?
Ben de o yılana kandım.
Bak, arta kalmış kemiklerimin yerine,
ağırlımca katran var.
Tırnaklarının yırttığı kumaşı,
ben seni sakınayım diye giydim.
Seni sakınayım da benimle kal.
Benimle kal da nefes almayı hatırlayayım.
Nefes almak soluğuna hapsolunca hatırladığım,
hayatın başladığını müjdeleyen bir ilk çığlık,
senin ciğerlerini de yakarım diye geri vermeyesim var.

3 Mart 2015 Salı

Neverland

Toprağı olmayan bir şehirde yürüyoruz,
hattı yok, hududu yok.
Askerleri yok, mahkemeleri yok.
Metaryelin aksidir bu alan,
Fakat biz seninle kanlı canlı
davet kabul etmez bir vatanı paylaşıyoruz.
Bize burada kimse dokunamaz!
Hapishanemiz burası,
hem de hastahanemiz, okulumuz,
beşiğimiz ve mezarımız,
en güvenli odamız.
Son kullanma tarihi belli sevdalardan uzak,
hem birbirimizi,
hem nefesimizi verdiğimiz boşluğu keşfediyoruz.
Varlığın soluğumu anlamlandırıyor.
Dokunamadığımız ağaçların seyrine doyum olmuyor.
Bilincimizi göz göre göre bakamadığımız dalgalara gömüyoruz.
Duyamadığımız tüm ritimleri burada tenimize işliyoruz.
Bir başka hayattan kalma bir hatıra gibi en lezzetli halimiz dilimizin ucunda.
Şişelere hapsolmayı reddeden kokularla yıkanıyoruz.
Hayatımızın aşkını bulmuşuz!
Aşktan yüksek, plastikten sert, yalandan gerçek yaşıyoruz.
Ömrümüz boyunca ilk kez yaşıyoruz.
Zaman mehvumu bir yanda can çekişmekte,
gözlerimizle bir ana seneleri hapsediyoruz,
seneler bir ışık huzmesi olup kırışıklıklarımıza düşüyor.
Günahların hepsini koynumuza saklayıp bir gölge oyununda boğuyoruz.
Boşluk doldurur gibi içimize kattığımız onca bedenden sonra,
ruhlarımız kesişiyor.
Bu topraksız şehirde doğmuş olduğumu
ancak yine burada yanyana gömüleceğimi bulduktan sonra anlıyorum.
Yapıbozuyor frekansımız, kurumsallaşmış dokunuşlara isyan ediyoruz!
Kelimelerden can bulmuş koca bir evreni ancak susmalarla anlatabiliyoruz,
onu da yalnızca kendimize.
Bu yazdıklarım salt bize, fakat bir yandan tüm evrene.
Yıldız tozlarını şiirine serpmişlerin klavuzumuz olduğu bu yolda,
huzuru keşfediyoruz.
Anlaşılmak derdini eski bir limanda unutmuşuz.
Biz bayraksız bir vatanın kalbine,
içiçe birbirimizin içine yürüyoruz.
Gençliğimize hatmettirmişiz aşkı;
Cebren ve hile olmaksızın,
bütün kalelerimiz zaptedilmiş,
bütün tersanelerimize girilmiş,
bütün ordularımız dağıtılmış,

ve aciz bedenlerimizin her hücresi
bilfiil işgal edilmiş.
Tüm tanımlamaları hitabelerimizin birbirimizle anlam değiştiriyor.
Bildiğimiz her şey yerinde de,
hepsini isim hakkından yoksun hislere gebe bırakıyoruz.
El değmemiş bir kutsiyet, Nuh bile kıskanıyor.Ne varsa elde avuçta,
karavana yatırıyoruz.

Geride kalanlara selam olsun,
Biz hayalimizi yaşamaya gidiyoruz,

24 Şubat 2015 Salı

Kıskanç Tanrı

Yaradan,
benden daha çok neyi düşünürsen onu senden alırım,
diyor.
Kendisi benimle iddialaşmayı pek sever.
Nasıl bir tanrı kıskanç olabilir?
Ben insan halimle bütün umutlarımın bir yüzük uğruna
mecburiyetten satılmasına bile
sırf o rahat olsun diye göz yummuşum.
Bir kerecik rahat nefes alsam olmaz mıydı?
Ciğerlerimi sarıp sarıp içmişim, her yalancı gülüşte
kahrolmuşum.
Bir hafta mı oldu Kafka’ya döneli,
marazlı, öksürmekten belimi sakat edeli?
Kıskanç bir tanrının elinde kukla olmuşum.
İplerini tek tek kesmeye çalışmış,
gördün mü yine bileklerimden kendimi kanatmışım.
Sinirlendim, hal böyle olunca, intikam istedim.
Sen dedim, nasıl bir tanrı olarak benden daha çok şey istersin?
Ben bir kula göre senden ne istedim ki bu güne kadar,
başka herkese layık görmediğin?
Aldatmak ve aldatılmak üzere kurulmuşsa bu tanrıcılık dedim,
ben de onu aldatayım,
hemen gittim ben de bir başka göze değdim.
Sen, dedim, göreceksin! Ben seni yeneceğim.
O  başka gözde gördüğüm tek şey
tanrının benimle nasıl oynadığıydı.
Yanılsamalar üzerine gerçeklikler kurmuşum.
Neyi çok düşündüysem, hep onu kaybetmişim.
Neyi çok istediysem, kursağımda tutmuşum.
Ne yutabilmiş, ne kusabilmişim.
Tanrı beni hep kıskanmış,
bir kul olarak benim sevme hakkımı bile almış.
Neyim var kıskanılacak bir anlasam, bu iğrenç acziyetimle?Son çarem, sevgili tanrıcım,
ben şimdi seni her şeyden çok düşünsem,
kendini de benden alır mısın?veyahut kendimi düşünsem, herkesin oynadığı bencili oynasam,
Beni de sonunda yanındaki hiçliğe aldırır mısın?
Kendi başıma bunu yapamıyorum.
Ben ancak her gece cigarayı göğsüme basıp kendimi gündelik öldürebiliyorum.

Ben daha nice yaşayayım?
En güzeli kendimi bitirecek olsam da,
binlercesinin eşi uğursuz bir gecenin köründe 
bi cigara daha sarayım.

16 Şubat 2015 Pazartesi

Izdırap

Gözlerinden suratıma fışkırttığın,
namütenahi umut
dudaklarımdan göğüs kafesime atılan kezzaptır.
Kan geliyor kelimelerimden, oluk oluk, kan,
anlıyor musun?
Gerçi sen kendinden başka bir zavallıyı
farkettiğin an, anlamayı da bırakırsın.
Bir vakitler üzerime ağmayı heves etmiştin,
ağlamaklı gülüşüne bir de gariban kaşlarını eklemiştin,
sebeplerin ne kadar güzeldiler, bir de dertlerin.
“Sen muhteşemsin!”
İşte, tam da bu yüzden, öldürüleceksin!
Öyle nefes almayı da bırakarak değil,
seve seve sabah kalkmaya devam edecek,
fakat parçalanmış tenini her gördüğünde hatırlayıp,
bilincini sonsuza dek kapatmak isteyeceksin!
İstemek de nihayetinde biçimsiz bir eylemdir.
Eylem devam ettikçe, istesen de işkenceni bitiremezsin!
Yasalar önünde, yalvarıyorum, yargıçlarım!
Maskelerinizi düşürüp bari beni bağışlayın!
Bakın, yüzüme bakın, ve göğüs kafesime.
Bakın geride kalan boşluklarıma,
bari siz yapmayın.
Fakat yapıyorlar. Her an yapmaya devam ediyorlar.
Kanatları altında şartlı tahliyeye saldıklarından korur görünüp,
öylece seni boşvermeye itiyorlar.
Boş vermekten, dolu kaldırmaktan, indirememekten...
bitap düştüm.
Düştüm.
Yükseklerdeydim. Masumdum. Düştüm.
Yerlerde süründüm, sokakları saframa boyadım. Düştüm.
Saçlarımı sattım, dudaklarımı sattım, düşlerimi sattım. Düştüm.
Kollarıma izmarit bastım, tırnaklaya tırnaklaya ellerimi kanattım. Düştüm.
Ben yine de seni kaldırdım.
Kütlesini yitirmiş, havadan hafif bir ben, nasıl oldu da sana ağır geldim?

8 Şubat 2015 Pazar

Meyhane - Başlangıç

Salaş bir meyhanenin en ücra masasında oturuyorlardı. Ellerini masanın üzerinde tam bir sorumluluk bilinciyle tutuyorlardı. Bir sigara yakmak için kadın elini çekip elini paketine götürünce adam rahat bir nefes aldı. Rakılarını yudumladılar.
-          Sigara içmenden nefret ettiğimi bile bile yakıyorsun ya şunu...
Kadın adamın gözlerinin içine baka baka derin bir nefes çekti. Müzeyyen Senar’ın sesi bile havayı yumuşatmaya yetmiyordu. İkisi de biraz sonra edileceği belli olan bir teklifin huzursuzluğunu yaşıyordu. Daha doğrusu adam heyecanını, kadın paniğini soluyordu. Rakısından bir yudum daha aldı, dilinin ucunda gezdirdi ve ciğerlerini keşfedip boğazını yakmasına izin verdi. Sonra hemen iki masa arkalarındaki duvara asılmış bir tabloya gözü ilişti.
-          Beni dinlemiyorsun.
Bir tartışmaya daha hali kalmadığından sevgilisi diye hitap ettiği adamı can kulağıyla dinliyormuş gibi yapıyordu. Suratında kocaman bir gülümseme ve donuk olduğu tanıdık bir ruhça görülmese asla anlaşılamayacak ela gözleriyle arada sırada başını sallıyor, bir an önce eve gidip uyumak istiyordu. Adamın biraz daha konuşup tamamen kendi bilinç akışına kaptırmasını bekledi ve yakalanmayacağını anladığı an tabloyu daha yakından incelemeye başladı. Bıyıklı güleç bir genç adam elinde bir misina tutuyordu. Deniz arkada bir gri fondan başka bir şey değildi. Bir manzaradan daha güzel bir yüz daha önce hiç görmemişti. Siyah beyaz bu tablodaki adamı mutlaka tanıyordu. Fakat nereden?
Tablonun hemen altındaki masada oturan çift huzursuzlanmaya başlamıştı. Belli ki adam bu kadının kendisini izlediği izlenimine kapılmıştı. Kadın utanarak yeniden bakışlarını sevgilisine çevirdi. Bu sırada tablonun altında düğün hazırlıkları yapıldığının pekiala bilince değildi. Tek görebildiği kendi oturduğu masanın bir yansımasıydı. Nerede görse merhametten yürüyen ve tek tarafın çıkarlarına dayalı bir ilişkiyi tanıyabilirdi. Oturduğu yerden bile tabloya yüzü dönük kadının sesini duyabiliyordu.
-          ...sonra kuzenimle Ayhan’ın aynı masada oturmasını istemiyorum. Bir de kesinlikle çiçekler kırmızı olacak. Beni dinle. Dinliyor musun? Bak, gelinliğin etrafına kırmızı kurdele hayatta takamam. Pembe olacak. Koyu pembe, neyse ben sana gösteririm, sen alırsın. Ha dikkat et, masadaki örtülerle aynı ton pembe olacak. Sandalyeler de daha giydirilecek. Bir de davetiyeler var. Hep ben koşturuyorum zaten. Oh ne güzel sen de oturduğun yerden keyfini çıkar.
Yüzü hesap cüzdanına dönüşmüş tabloya sırtı dönük adam başını kaldırıp kendini affettirmek ister gibi iki masa ötedeki kadının gözlerinin içine bakıyordu. Bir an için gülümsediğini görür gibi oldu. Belki de dudakları seğirmişti. Kadının tabloyu incelediğini farkedince parmakları yüzüğüyle oynarken arkasına doğru baktı. Gülümsedi ve önüne döndü. Bu o akşam kadına attığı son bakıştı.
Kadın beyaz peynirden bir çatal alıp rakısına altlık yaptı. Yeniden dikkatini sevgilisine yönlendirmişti. Son anda yakaladı kelimeleri:
-          ...işte tüm bunlar yüzünden seni çok seviyorum. Benimle evlenir misin?
Beklediği bir teklife neden bu kadar şaşırdığına kendi dahi anlam veremiyordu. Kendine söz hakkı tanınmayan bu monoloğun başını kaçırdığına üzülüyordu. Bir yandan da ne kadar bencil olduğunu düşünüyordu. Kendisini bu kadar çok seven birine nasıl haksızlık edebilirdi? Hayatını kendisine adamak isteyen bir adama nasıl hayır diyebilirdi. Elleri titreyerek adamın elini sardı. Sonra gözü sağ elindeki yaralara kaydı. Bir kaç hafta önce yine her akşam ettikleri bir kavganın yeni yeni solmakta olan izleri. Daha sonra kollarından yukarıya kendini incelemeye başladı. Küllüğe çevirdiği kollarına ağır ağır baktı ve gözlerinin önüne bir başka tablo geldi.
Annesiyle babası fotoğrafta öyle mutlular ki! Babası annesini sırtına almış şehrin göbeğinde kahkaha atarak koşuyor. İkisi de kendinden geçmişler. Genç, sağlıklı, mutlu ve önlerinde kocaman bir gelecek var!
Bu tablonun son zamanlardaki halinden geriye kendi zihininde bir türlü dolduramadığı karanlık boşluklar kalmıştı. Annesinin bir avuç dolusu hapla kardeşi ve kendisinden özür dileyerek gülümsemesi, ve daha sonra bir boşluk.
Elektrik çarpmış gibi elini geri çekti.
-          Yapamam. Yapamam. Gitmem gerek. Çok özür dilerim. Özür dilerim. Seni asla unutmayacağım.
Oysa ne kadar çabuk unutacağını öyle iyi biliyordu ki. Daha on saniye önce kendine aşık olduğunu iddia eden adamın arkasından ağzına ne laflar alacağını öyle iyi biliyordu ki. Ne kadar çabuk bu aşkın öfkeye ve lanetlere dönüşeceğini bilmesine rağmen şaşırıyordu. Bir saniye önce tutukluydu. Şimdiyse özgür! Özgür! Tekrar mahkum olma pahasına koşarak meyhaneden çıkmadan önce durup mutfağa girdi ve garsondan bir ricada bulundu.
-          Duvarda asılı olan tabloyu bir şekilde alma imkanım var mı? Buna nasıl ihtiyacım olduğunu bilemezsiniz. Ne olur. Garip biliyorum ama bana yardım etmelisiniz. Hem de hemen.
Donakalmış bir sevgiliyi masada öylece bırakmasına aldırmadan garsonların olduğu mutfağın zeminine çökmüş bekliyordu. Ağlıyordu, fakat mutluluktan. Uzun zamandır bitkisel hayatta yaşıyormuş da şimdii hayatın anlamını keşfetmiş gibi ağlıyordu. Mutfaktan içeri garsonun değil de tablonun altında oturan adam girince nefesi kesildi.
-          Anlaşılan portremi istiyormuşsunuz?
Normalde laf ebeliğinden muzdarip kadın söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu.
-          Bana isminizi söylerseniz, seve seve size verebilirim. Gerçi daha önce kimsenin dikkatini bile çekmemişti. Neden almak istediniz?

Kadın yalnızca ayağa kalkıp adamın elini tutabildi. Uzun ve bir ömür kadar süren bir öpücükle tabloyu aldı ve meyhaneyi terketti. Her şey daha yeni başlıyordu.

Güçlüler

Güçlüler kazanır zannediyorsunuz değil mi efendiler?
Güçlüler her zaman kaybeder.
Çığıkların arasında ya gururlarını, ya aşklarını,
hiç olmadı, vicdanlarını  geride bırakırlar.
Oysa beri yandan zayıf olmanın getirdiği dayanılmaz hafiflik var.
Buna ne demeli?
Edilgen bir koruma altında eylem zorunluluğunun çok dışında,
bütün merhametliler senin yanında, bir çoğunluksun üstelik,
hiç farketmedin mi?
Güçlü olan yalnız olandır, böyle galibiyetin içinde kabul,
hırs vardır, bencillik ve hatta narsistlik.
Peki, senin neyin var, altına sığındıkların bir yana?
Demokrasi bile çoğunluğu sayar efendiler!
Güçlü olma hali olsa olsa,
gıpta edilesi bir teselli armağanıdır.
Melekler korumaz, tanrılar lanetler,
şirk koşmaktan ötürü en iki yüzlü kulları dahi sırt döner.
Zayıf kal! Zayıf kal da seni pamuklara sarmalayıp sarsınlar!
Çamurdan olsa yattığın yatak başını koyduğun etten bir göğüse daya başını.
İpek işlemeli çarşafa koyduğun o dik başını,
bak kesebilmek için dört dönüyorlar.
Zayıf ol da rahat nefes al.
Zayıf ol da hep yanında olsunlar.
Zayıf ol da şiirini yazsınlar.
Güçlülüğün katlanılası yanı edilgeni yazan parmaklar olmaktır.
Etken olabilmek adına kaderin altına döşek olmaktır.
Efendiler! Güçlü görünenler,
İçine tanrının nefesi üflenmiş olduğu varsayılınca,
hatrı sayılır derecede acizdirler.
Kendi nefeslerini verebilmek adına hep ama hep kaybederler.

Deneme III - Öldürmek bir günah olmasaydı?

Babam, hiçbir zaman insanların bekledikleri gibi bir adam olmadı. Ben hiçbir zaman benden beklenilen kadın olmadım. Çorabım kaçınca delirecek kadar üzülemedim mesela. Tırnaklarımın biçimsizliği veya üstümün başımın tozlu olması beni öyle rahatsız etmedi. Peki onları niye etti? Kendilerine bunca yalan söyleyen bir dolu et yığını neden bizi kabullenemedi? Bizimkisi de bir yalan biçimi, belki en dürüst olanıydı, niye yadırgandı? Nüfus kağıtlarında en çok müslüman yazan ülkelerden birinde nefes aldıkları için mi? Yalanı en büyük günahlardan sayan bir din ve kendine sürekli kim olduklarına dair yalan söyleyen inananları! Öldürmeyi işine geldiği sürece sevap, gelmedikçe en büyük günahlardan, kendi canını almayı ise şirk koşmak sayan mezhebe mensup bu meczuplar ecel kavramını neden hiç sorgulamadan kabulleniyorlar? Ölümü tekeline almış bir otorite değil midir o halde, en yüce, en gerçek irade, en nihayetinde? Ecel kadar kabullenilmiş, sindirilmiş, daha doğal olan ne var ki? Halbuki yaşam vermeyi hak görmüş kadına. Almayı da bahşeden bu güce, o halde, eğer tanımış olsaydı, tüm cinsler arası yaşam alıp verme hakkı üzerinden sosyalist diyebilir miydik? Şimdi diyemeyiz, tabii. Doğal değil. Etraflıca düşünmüyorum belli ki, şimdi diyecekler ki sana, düşünsen yazdıklarının bir kaçış, bir isyan, tövbe büyük günah! olduğunu anlayacaksın... Hayır! Ben kaçmadığım için yazmaya çalışıyorum. Öldürmenin de yaşam vermek kadar doğal olduğunu, halbuki bunu kabullenemediğimiz, içimizdeki vahşi ilkelliği görmezden geldiğimiz için bunca acı olduğunu iddia ediyorum! Bakın inanıyorum demedim, iddia ediyorum. Çünkü ben asla sizin kadar emin olamadım hiçbir şeyden. Sadece ihtimallere ve sorulara odaklandım. Fakat, bir düşünsenize, başka kanallara aktarılmış milyonlarca pasif agresif mimik, jest, sözcükler, eylemler! Özgür dünyada bu kabulleniş ve akabinde getireceği farkındalık ve hakimiyet algısındaki değişiklik, dönüşüm, bireye tanrısal bağışlama yeteneği sunabileceğinden belki de artık kan eskisi kadar dökülmeyecektir? Bilinemez...tabii. İnsanoğlu belki her şart altında çiğ süt emmiş kaypak bir solucanın binlerce yıl evrilmesi sonucu meydana gelmiş merhametsiz bir versiyonudur ve üzerlerinde yaşayabilmek için başkalarını altına sürgün etmek isteyecektir. Fakat en azından iki yüzlülüğü ortadan kaldırmış olmaz mıydık? Seri katilleri, vampirleri son yüzyılın ilk çeyreğinde yakışıklı idoller, güzel semboller haline getirmemiz bu öldürme isteğimizi aklamaktan ileri geliyorsa, daha da önemlisi, bu bir istek değil, bir ihtiyaçsa, belki de özgürleştirilen ve ilahi cezadan mahrum birey nihayet kendi vicdanıyla başbaşa kalacak ve kan isteğinin önüne geçecektir. Kim bilir?

Figüran Deneme I

Baş role tutulan bir figüranın en sağlam oyunu aldatmaktan geçebilir.
Oyunun kendisi gerçekler ve yalanlar olsa dahi,
figürancığımız yalnızca anlatılamayanlarda belirebilir.

Baş role meyletmiş bir figüranın sahnesi gerçek,
satırlarının hepsi yalandan geçer.
Dudakları boyama, öpüşleri sahicidir.
Figüranı bir an için arzulamış baş rolün kaderi,
ancak bu yancıyı acıtmaktan geçebilir.

Eleştirmenler seyreder.
Gönülleri rahatta, akşam olunca uyurlar.
Figüran suflelerini soyunur, samimiyetiyle kalır.
Baş rol soyunur, şöhretini şehvet pahasına geride bırakır.
Esas kadın tiradını atar,
baş rolün yanına yatar,
perde hep esasların üzerine kapanır.
Bir figüran sarhoş sarhoş üç kuruşa sattığı gururuyla uykusuz kalır.


Can Sıkıntıları I

Ben bir yalancıyım.
Karakterimin dibi yok, temelsiz.
Ruhlardan kıyafetler biçip kendiminkine giydiririm.
Uymayınca derilerini yüzüp kanata kanata sokaklara atarım.
                                               Sen benim en sevdiğim elbisemsin.
                                               Dolabımın dibinde hep seni saklıyorum.
Yine birilerinin canını yaktım bu gün,
saygısız günlük,
onlar da benimkini.
Ben onlara izin verdim, zevk almak için.
Çünkü itler kadar aşağılık isteklerim vardı mutluluktan.
Ölsem, ölemem bile, anladın mı?
Mahallenin serserisi, sorumluluk bindi omuzlarına,
babanın gözyaşlarını düşünerek nereye gidebilirsin?
Sokak çocuklarının halinden anlamayan kardeşin
aç gezmesin
diye bankacılar mı yanaklarını silsin?
Madalya takacaklar çünkü sana!
Sütü bozuk entel parçalarına kendini yem edesin.
Hadi bırak her şeyi kaç dünyanın ucuna kaç, kaçsana!
Sen cehennemini kendi sırtında taşıyorsun, siktir olup gitsen de,
düşünmeyecek misin,
Madem gidecektim, niye ona gitmedim?
Niye doğruyu söylemedim.
Uçağa seni giyenerek bindim.
Sense çırılçıplak sevgilinindin.
İstemedi dersin, belki düşünürsün,
kölesi olsam belki kabul ederdi.
Kimse kölelere aşık olmaz! Köleler efendilerine ölür de,
Efendiler kölelerin etlerini timsahlarına layık görürler.
Sen de haketmedim seni dersin.
Dünya hakkettiğini iddia ediyormuş gibi,
bir de üstüne adil olma şerefini üstleniyormuş gibi,
isyan ediyorsun ha? Kime?
Hayatım, pardon, inancını kaybetmemiş miydin sen?
Kaybetmiştin ya bir içki masasında diline kurban olduğumun,
bacaklarına döktüğü kelimelerde kaybetmiştin!
Sen attın beni buraya! Özümü bile bile beni yakılmak üzere bir sınava gönderdin.
Merhametli Tanrının nefret etmekten en çok hoşlandığı deneyiyim.
Öyle bir beyinleri olsun ki kraker yerken boğulsunlar!
Öyle yürekleri olsun birbirlerini doğrasınlar!
Gözlerime baktırmadım, ellerimi tutturmadım,
Günahtır.

Özüm diye ateşini yemekten hiç çekinmeden,
sevgiden isimler takıp, daha kaç odun taşıyacaklar,
ailemin geleceğinin üzerine?
Çizelim madem bilekleri, mavi kanımız aksın.
Hocayız ya ufacık kafamızla kimisine, onlar kadın sansın,
birileri kız bilsin, diğerleri adam desin.
                                               Adamlar kendini hiç bilmesin.
                                               Suçu hep benim olsun.
                                               Zaten müebbet değil mi bu?
                                               Bırak ölmeyi, gidemem istesem bile.

                                               Çıplak da gezemem seni çıkarsam bile.

6 Şubat 2015 Cuma

Bir Hayaletin Portresi

Zaman eriyen bir mum göğüslerimden aşağı,
Donuk tüm gördüklerim, kendimden gayrı
O kadar hızlı ilerliyor ki gözler, binlercesi, etrafımda dolanıyor hareler
Baktığımda gördüğüm salt bir yağlı boya tablo,
Tam ortasından seyircilerin hepsine selam veriyorum.

Sanat mı? Sanat.
Sanat zihnimi gün doğumundan batımına satmam devlete.
Sanat vücudumu ait olduğu yerlere sürüklemek için aldığım yıllık izin.
Sanat hayallerimi süsleyip de boynuma taktığım bir altın zincir.

Zincir dolanıp iyice darlıyor boğazımı.
Tabloda görünen bir zavallı ortada diğer açılara renk getirsin diye
Gölgelerden yapılmış.
Bir gölge gibi gezmem bu yüzden bana değen diğer hayatların tümünde.
Grilerden bir silüet doğurmuş anam,
Babam kucağına bir beyaz almış, gömdüğünde bir siyahı yatıracak toprağa.

Çığlıklar mı atayım? Duysunlar!
Parmaklarımın ucundaki kılcal damarlara kadar
kordan kanlar, beynimin kıvrımlarında dolanırlar.
Hep korktukları için korktular.
Oysa bir hayalet nasıl dokunabilir?
Bir hayalet nasıl sevebilir?

Ancak kımıldamadan olduğu yerde poz kesmesini bilir.
Olduğu yerde çağlar aşar.
Altı üstü geçmişin geleceğin lafını edebilsin diye
Saat mehvumunu ruhu pahasına bile bile sanatçıya satar.

Baylar, bayanlar! Bu gördüğünüz yirmibirinci yüzyıldan kalma bir portredir!
Bakınız sanatçı her detayı nasıl işlemiştir!
Adeta kalkıp dokunacak etrafındaki renklere, objelere, insanlara!
Bu portre için bir devrimdir!

Devrim, bombaları üstünde patlatan bir bedevinin sessizliğidir.
Bir yangın çıkar asılı tutulduğum hücrede,
etrafımda beni süsleyen mumları eritir.
Yangın,
Dali’nin tırnaklarını yedirecek bir imgenin canını alırken,
Bir ruhun göğüslerinden aşağı kaydırıp,
Zamana hayat verir.
Sonsuzluk anlam gereksizliğinden arındırıp özgürleştirir.

Ben yine sonlarla bezeli küllere dönüşürüm.

5 Şubat 2015 Perşembe

Adab-ı Muaşerete İçelim

Damla damla anason,
sırtımdan aşağı döküver saki,
gözlerinden akamayana içsinler.
Suyu da az kat, ıslak ıslak,
bir yudumla bir nefesi seviştirmeden
dudaklarına zehri katiyen götürmesinler.
Ciğerlerine insin,
Söyle,
Buz soğutmaz da yakar benim belimde.
Tadımı yumuşatmaya meze arıyormuşsun,
“etme” saki,
bırak damağında acısı kalsın.
Söyle, çalsınlar nihavendden mutluluğumu,
dostlar meclisine dert olmuşum.
Son yudumu bırak,
adettendir saki,
rakı bardağı başı boş kalmaz sofrada.
İçimi boşaltma içine,
Yok olurum da eksilemem.
Sarhoşluğuma kanıp da şer belleme aşkımı,
şeffaftım ben de sen gibi, ekleyene kadar saflığını.

İkimiz de birbirimize benzeriz, sen özümüzü tanırsın saki,
anlat onlara nasıl tatsızdır o bensiz,
anlat onlara nasıl renksizim ben onsuz,
yargıçlar toplanmış sofranın etrafına,
rahat bıraksınlar bizi, içip gitsinler.
Evli evine, köylü köyüne...
Ben de başbaşa kalayım,
içimde bir yudum muhabbetten artan hayalinle.

22 Ocak 2015 Perşembe

Kökler

Dudaklarım çatlak, nemli olsalardı bırakılamazlardı.
Bir kefen giymişim hayattan, soluklanıp duruyorum.
Anılar, hayaller, gerçekler ve yalanlar.
Yalanların en güzellerini hep kendime saklıyorum.

Karşıma biteviye merhametten bir set çekiyorlar.
Acımasından acımalarından daha çok nefret etmiyorum da,
acıtmadan üzerimdekileri soymalarına aşık oluyorum.
Nasıl iyileştiğimi hiç hatırlamıyorum,
Nasıl hasta olduğumu ise asla unutmuyorum.

Bilincimi yara yara irin akıtıyorum,
Hadi içsene, içsene, içsene!
Dilimle evirip çeviriyorum bedenleri,
arzu ettiğim gibi,
kendimle eritiyorum.

Kampların birinde yakılacaktım,
o zaman layığımı bulacaktım.
Kaypak üzüntülerime başkalarını alet etmeyecektim.
Hiç değilse rahat edecektim, mağdur olacaktım.

Mağdurları herkes çok sever.
Trajedi nasıl orgazmikse, düşmeden izleyene,
komedi nasıl düşeni izleyenin egodan yumurtalarını okşuyorsa,
öyle aşağıda kalmalıydım.
Ha aşağıda doğmuş, ha düşmüşsün,
trajikomik bir hikayenin yancısı olmaktan daha evla değil mi?
Toprağını bulamamış, sevmeyip de kopamamış,
araftan başka yere kımıldayamamış,
ısıra ısıra dudaklarını kanatan bir aşağılık olmalıydım.
Ben de oldum. Belki de zaten öyle doğmuştum.
Yine de gömdüler.

13 Ocak 2015 Salı

Işık Söndü

Başucumdaki lamba söner sönmez
şeytanlarımla
başbaşa kalırım.
Karanlık beni bir bataklık gibi damla damla yutar.
Benimle oyunlar oynar, kulağıma şirkten şarkılar söylerler.
Sabaha kadar dualar okurum gitsinler diye.
Hiçbir şeye inanmadığımı biliyor musunuz?
Aydınlığa olan inancını bile kaybetmiş bir ruh,
sonunu nerelerde arar?
Duvarda sokaktan yansıyan ışığın gölgeleri,
hepsinin birer sureti, her birinin birer hikayesi,
bana kol kanat germekten uzak, tuzaklar kurarlar.
Beynimin içinde böcekler, mırıl mırıl şarkılara eşlik eder.
Göğüs kafesimin derinliklerinde biçare umutsuzluk,
çocukluğumun yenilgileriyle nasıl baş etsin?
Ağır, daha ağır, boğaz köprüsünden atlayan bir et yığınından ağır,
çarptığı su hayat verebilecekken alacak kadar sert.
Meğer her şeyin başladığı yere dönmek de çözüm değilmiş.

Uyanamadıkça korkmak, bir rüya olduğunu anlamak,
Sinapslarım ulaşmadıkça ayak baş parmağıma, rahatlatmıyor.
Tüm kalelerim zapt edilmiş, tüm tersanelerime girilmiş.
Başbaşa kaldım.
Şeytanlarım
Başucumdaki ışığı açarım,
hala gitmezler.

Gün doğar, kromozomlarımın eril sahibi,
benden mutluluktan örülü satırlar bekler.
Sahibesi alamayacağını bildiğinden bir sigara daha yakar.
Şeytanlarım beni yazamadığım her satırın ucunda bekler.
Aralarda ise nefes almak yaraşır, mecburiyetten.
Gözümden sebebi belirsiz irinler akar.
Sahi, sinagogdan çıkıp kiliseye, oradan camiye dolanan
binbir suratlı kahraman, faili meçhul cinayetlerini
nasıl ve hangi vicdanların altına saklar?

Zerdüşt’ün yaratıcısı bile kendini dahi öldüremedi,
halbuki tüm hayatını bu hayalle geçirmişti,
zavallı bir mikroba yenildi, hem de tanrıyı bile öldürdükten sonra!
Benim şeytanlarım da onunkiler kadar aciz demek,
Fakat benim mikroplarım onunkilerden sağlam.

Kendimi yeni bir geceye bırakırım.
Yeni diyorsak, dünden önceki, beş yıl sonrakiyle eş.
Sayfa sayfa sonsuz ihtimaller okurum.
Göz kapaklarım ağırlaşır.
Misafirlerim de birazdan gelirler.

6 Ocak 2015 Salı

Kar ve Düşüş

Sokak lambasının sarı ışığı altında
kar tanecikleri ateş böceklerine dönüşmüş.
Masumiyeti kızıla boyayan ışınların kurbanı,
demir kesici bir canavarın ağzından yayılan kıvılcımlara bürünmüş.
Buzdan beton yığınlarının küçücük bir aralığından,
Güllerin şehrine kadar uzanan bir otobanı seyreylerken
Donmuş uzuvlarımın en sulusunun seçtikleri bunlar.
Buzdan bir heykel, iki büklüm, boşuna hilal arıyor gökte.
Yankılanarak bir ses çarpıyor mermeri saydam yüzüne;
“Bunu bana nasıl yaparsın?”
Uçuç böceklerinden kendine taç yapmış Persephone,
otobanın tam ortasında yırtınıyor.
Hephaistos kamyonunun kornasına abanıyor.
Heykelin damarlarına kadından bir küfür zerkediyor.
Demirci direksiyonu zamanında kırdı diye kızıyor.
Çığlık çığlığa bir teslimet bu.
Heykelden başka kimse varlığını gözlemlemiyor.
Yok oluyor, yeraltının zoraki kahpesi,
kimse görmediğinden canını kendi elleriyle alası gelmiyor.
Zift zeminin göze yetişemediği noktada adım adım kayboluyor.
Ardında cansız bir merak bırakıyor.
Yeraltına yürümüş olmalı, kıvılcımların göbeğini döllemiş olmalı.
Kıpırdayabilseydi duygularım, cesetten prensese seslenmek isterdim.
Nar taneciklerini tek tek ağzına doldurmak, onu beslemek isterdim.
Ona kim, ne yaptıysa hesabını sormak isterdim.

Fakat ne kar ne kıvılcımlar suratımda ısınmıyordu.

4 Ocak 2015 Pazar

Boşluklar

Uyumak için gün doğumunu beklemek zorunda kalanlar
kendi kendilerinin gölgeleri olduğunu anlarlar.

Bu boşluğu tarif edebilir miyim?

Bir gölge, zamanda süzülen bir hayalet.

Yeterince uzun bakabilenler,
Yıldızların aynı anda hem hareket halinde olduklarını
hem de hiç kıpırdamadan heykellere taş çıkardıklarını farkederler.

Doğumdan ölüme akan gökyüzü de böyle,
Sürekli hareket halinde, fakat hep donuk olduğu yerde.

Ölmek bile çözüm değil bu çelişkiye.
Neticede insanın tüm mirası,
bir varoluş durumunun yok oluş durumuna geçmesidir.
Aynı anda hem yaşamak hem ölmek.
Her saniye yaşamak, her saniye ölmek.

Yaşadığını nasıl hissedersin?
Severek?
Korkarak?
Acıyarak?
Kanayarak?
İnanarak?

Hepsinde aynı anda içinde az da olsa ölmez miyim?

Bir başlangıç için bir başlangıçla tentene bir sonuç gerekir. Hikayelerimi asla sonuca bağlayamıyorum. Kim bilir belki de sebebi budur. Yazdığım ilk cümlelerden itibaren sonlarını da aynı anda yazmışımdır. Yarımlık, belki boşlukları anlatabilmek için farketmeden, daha doğrusu mecburen itildiğim bir durumdur.

Hiçlik bencileyn ancak yarımlıklarla anlatılabilir. Belki de Beckett’e olan tutkumun da sebebi budur.

Yapay bir tutku. Kafamda canlandırdığım için gerçekiğine emin olduğum bir yanılgı. Emin olduğum için yanılgı olamayacak bir gerçek.

İçini doldurabilmek için ulvi amaçlarını kendilerine anlam bellemiş dostlara selamlar olsun. Hayatlarınız ne kadar zor! Ben inandığım sürece her şeyi yaratabileceğime kanaat getirmiş bir inançsızım. Aynı anda hem kendi kendimin tanrısı, hem kuluyum. Izdırabımın anlamsızlığını gündelik sıkıntılarımla bezeyen, sonra şımarıklığından utanan bir zavallıyım. Bir cephede ölmeyi sırf bu yüzden yeğlerdim. Kendi kendime bir davanın ateşinde gururla öldüğüme inandırmak zorunda kalacaktım. Şimdi kendimi mecbur tuttuğum tüm zırvalıkların beş para etmezliğine acıyorum. Günde beş vakit kendime vicdan azabı yaşattırdığım anlar ne güzeldi.  Rahatlayabilmek ne güzeldi. Doğru şeyleri yaptığından emin olmak ne güzeldi. Şimdiyse gözlerimin seçtiği renklerden bile emin değilim. İçgüdüsel olarak yaşamaya devam ediyorum. Mecburiyetten yazıyorum. Yazmayı ulvi bir amaç edinmiştim. Dünyayı böyle değiştirecektim. Kendi dünyamı bile değiştiremiyorum. Anlamsızlığını itiraf etmiş kelimeleri okumayı kim ister ki? Belki bana benzeyenler vardır. Belki bana inananlar. Hep bir umut. Hep bir umutsuzluk. Verilemeyen kararlar yüzünden her saniye nefes almaya devam edişim, bir gün nasıl olsa kendiliğimden almayı bırakacağımı bildiğim ve bu konuda bir istisna olmadığı halde.

Bir şiir.

Tık, tık, tık, tık.
Akrep yelkovanın ardında,
duvarda bir sinek hiç kıpırdamıyor.
Karşıdan izliyorum olan biten her şeyi.
Duvar beni kendine hapsediyor.
Küller eridikçe anların değiştiğini seziyorum.
Akrep hiç yorulmadan iğnesini gözüme sokuyor.
Sinek hiç kıpırdamadan karşıdan beni izliyor.
Şimdi zizek olacaktı burada, objeler diyecekti,
Bakışlar diyecekti, anlamlar içinde ünlenen
Orospulardan bahsedecekti.
Ama yok. Kalın sayfaların ardından ancak okumamı bekliyor.
Üçümüz öylece seyrediyoruz.
Gerçekliğimize dikişler atılıyor.
Bir fotoğrafın, hatta oynayan tüm fotoğrafların
tüm açıları gösteremeyeceğine ne yazık ki
İnanmak durumunda kalıyoruz.

Sinek duvardan düşüyor.
Akrep ihanet peşinde.
Kalbimin atışını dinliyoruz hep beraber.

Tık, tık, tık, tık.

31 Aralık 2014 Çarşamba

Yıl Yeni, Ben Değil

Hevesi kaçmış dalgalarla boğuşuyorum.
Bir yılın son günü. Bir ömrün son güzü.
Baharda açacak papatyalar var,
Görecek olanlara selamlar olsun...

Henüz doğmuştum dün,
Yarın papatyalardan naaşımın tepesine taç konduracaklar
Köklerimi de alıp gideceğim, batsın bu kara topraklar.
Asaletimi tescilledi devlet.
Sadakatimi tescilledi aşığım, bir de kocam.
Ben kul köle bir vatandaşım, halbuki karındaşlarım
Hep farklı topraklarda yetişmişlerdi.
Birbirimizi üstümüzdeki çamurlardan tanıyamadık.
Persephone de böyle mi ağlamıştı kafesine girerken?
Başımın üzerinde kırmızı bir örtü, ellerimde kınalar
Gübre de avuçlarımdaki toprağa benzer,
salt kokusundan insanlar kaçar.
Beni de eşiğimden atlattıklarında aynen öyle kaçacaklar.
Dört duvar. Her sabah yıkanacaklar.
Dönülecek bir ev. Doğurulucaklar.
Hal bu ki, ormanın derinliklerinde ölüm de doğar.

Görecek olanlara selamlar olsun...
Yaza kalmayacak kardelenler var.
Bir yılın ilk günü. Bir ömrün ilk yalnızlığı.

Rüzgarı sinmiş kumsallara karışıyorum.

17 Kasım 2014 Pazartesi

Melekle ilk karşılaşma

Tetiğini göğe doğrultan adam, kendi beynine kurşunun tecavüz edişini hissetmeden önce ateş etmenin nasıl bir duygu olduğunu deneyimlemek istedi. Bu halde kemikten farksız kollarını havaya kaldırdığında ayakları da toprağın içindeyken bir ağaçtan farksız, meyvesi de elindeki hayat çalacak şekilde eğrilmiş metal obje. Topraktan aldığını toprağa veriyor. Böyle öğrenmiş. Uzatmanın anı ne kadar bayağılaştıracağını düşündü yazar. Adamın bu acısına bir nokta koymaya karar verdi. Böylesine anları uzatmanın klişeleşmiş bir teknik olduğunun farkında. İnandırıcılıktan yoksun, samimiyetten. Derin bir iç çekip yaşamasının gerçekten bir anlamı olmadığına son kez kanaat getirdikten sonra son eylemi olacak tetiği basmak için işaret parmağını kendine doğru yavaşça çekti. Yankılanarak büyüyen patlama sesini kimse işitmedi. Adam kendisinden başka bu sesi duyan olmadıktan sonra gerçekten bu sesin bir anlamı olup olmadığını düşündü. Hep düşünür. Manasızca ama mantık sınırları içerisinde. Sesin içine işlemesi için biraz bekledi.
“Demek böyle duyulacak. Öldüğümü gören kimse olmayınca, varlığıma ne olacak?”
daha fazla düşünmek onu iyice çıldırttı –artık dahası nasıl mümkünse – ve sinir harbiyle beraber tetiği bu kez kendi kafasına yöneltti. İşaret parmağı bir kez daha gerildi.
Bu noktada herkes bu adamı kurtarmamı bekliyor. En azından yaşamı seven herkes. Bense ölmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bir ilk olur. Zaman akışıyla oynanmamış bir baş karakterin hikayenin en başında ölmesi. En azından farklı. Fakat farklılık çoğu zaman reddedilir. O halde şimdilik nefes almaya devam etsin.
Gerilen parmağı tetiğin üzerindeki baskıyı arttırıp minicik kurşunumuzu beyimizin beynindeki yolculuğuna çıkarmadan tam olarak bir salise önce, gökteki kurşun büyük bir gürültüyle sahibine geri döndü. Üstelik bir meleğin içinde.
Ayaklarının dibine düşen, ve şimdi artık üstü başı kan ve toprak içindeki rengi olmayan varlığa gözleri boyoz gibi bakakaldı beyimiz. Böylesi anlarda mucizeler bekleyen bir insan olmadığından mantıkla açıklamaya çalıştığı bu olayda bu varlık ancak bir paraşütçü olabilirdi. Şansına isabet ettirmişti demek. Bir de katil artık. Harika. Hadi ama böylesine bencil olma orada öylece yatıyor ve sen kendini düşünüyorsun. Herkes her zaman kendini düşünür. İstisnasız.
Silahını yere atarak meleğin üzerine kapanan adam onu kucağına yatırdı ve tam olarak ne olduğunu anlamaya çalıştı.
Bu noktada bu kurşun en arabesk aşk hikayelerinde olduğu üzere meleğimizin kalbinden geçmeliydi. Ancak geçmiyor ve bu bir aşk hikayesi değil. Karakterimiz de bir melek ve bu onun ismi değil. Lütfen.
Yıldırım hızıyla topraktan tozları kaldırarak yere düşen bu meleğin öldüğünü düşündü adam. Fakat ölmesi için önce yaşaması gerekiyor. Gerekiyor mu? İncelemeye devam ettiğinde kurşunun alnının tam ortasında, iki kaşının ortasında bir yerden geçtiğini gördü adam. Mermerimsi yüzü toprak içindeydi ve kılcal damarları mermere uygun şekilde mor, kırmızı, pembe hatlarla yüzünü kaplıyordu. Meleklerin güzel olduğunu insanların nereden çıkardığını merak etti. Şu an tam anlamıyla çirkin bir şey bu.
Melek kucağında yatarken adam kendi hayatını kurtaranın şans mı kader mi olduğundan emin değildi. Evrenin çalışma şeklini çözebilen olmamasına  rağmen çözdüğünü iddia edenler bir hayli çok olduğundan ne düşüneceğine karar veremiyordu. Ancak şu an hayattaydı ve canı sıkılmıyordu.
Biraz daha nefes almak istiyor,  ve öyleyse tam da bu yüzden izin vermeyeceğiz, ama alabileceğini düşünsün şimdilik.
Melek kucağında huzurlu huzurlu yatıyordu ki birdenbire göz kapakları, saydam gözlerini ortaya çıkararak açıldı. “Ananı sikeyim noluyo!”
Cümleyi beklemeyen okuyucu küfrü biraz sert buluyor. Fakat normal tepkileri yansıtabilmek adına ataerkil bir küfrü yazmanın uygunsuz olmayacağına karar veriyoruz.
“Seni gerizekalı naptığını zannediyorsun!” diye kucağından birden fırlıyor meleğimiz adamın. Büyümeye başlıyor gözleri önünde, daha hiddetli bir sesi var artık; “Sen benim ne olduğumu biliyor musun!” Korkması gereken adamın şaşkınlıkla kendisini izlediğini farkeden melek bu işte bir tuhaflık olduğunu hissediyor. “Neden öyle bakıyorsun? Genellikle türünüz ben bu görüntüde ve seste iletişim kurduğumda kaçar ve ekmeğini faldan çıkarmaya başlar.” Büyüyerek ve sesi kalınlaşarak adama fırça attığını düşünen meleğin karşıda hiçbir tepki yaratmadığını farketmesi zaman alıyor. Çünkü adamın tek gördüğü kendi boylarında berduş kılıklı melek bozuntusu ve çıkardığı ses de bir kız çocuğundan farksız.
İki kaşının ortasını ovalamaya başlayan melek sivilce sıkar gibi kurşunu oradan çıkarıyor. “Zaten bende azıcık akıl olsa en başından isyan ederdim.” Kendinden daha üstün olduğunu düşünen bir varlığın karşısında kendini ispatlama gereğini neden duyduğunu düşünen meleğimiz bunun ancak bir insanın hissedebileceği bir duygu olduğuna kanaat getirerek “işte şimdi sıçtık” bakışıyla yere oturuyor. Bir kere göğü kaybettiğine göre artık toprakla idare etmesi gerektiğini anlayınca da ağlamaya başlıyor. Adam hala elinde silah, şimdi artık dizlerinin önüne çökmüş meleği irdelemeye çalışıyor.
Burada yanlış anlaşılabilecek anların en güzeli yaşanırken yani hayatta kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış bir adamın dizlerinin dibine çömelmiş insan bozuntusuna doğrulttuğu silahı gören herkesin vereceği tepkiyi verecek bir insan lazım aslında şimdi. Fakat sıradışılaştırmaya uğraştığımız hikayemizin buna ihtiyacı yok. Meleğimiz de bunun farkında.
Meleğimiz, yüzünden toprağı, kiri ve bir yandan gözyaşlarını silmeye uğraşırken ansızın adama bir çelme atıyor ve yere düşürüyor. Neye uğradığını şaşıran adamın elinden düşen silah artık meleğin elinde. “Keşke yaşamana izin verebilseydim. Ancak yazarımız bunu  istemediğini açıkça belirtti. Onu dinlemek zorunda olduğumdan falan değil ama şimdi sen artık sırf başkalarına anlatabileceğin bir şey oldu diye yaşamak isteyeceksin, ben de buna izin veremem. Anlatmam deme hiç, sizin türünüze inanılmayacağını yaklaşık 100 milyon yıldır yukarıdan tecrübe ediyorum.”

Artık beklediğimiz an geldi. Melek adamımızın esasında başladığı işi bitirmek için hamle yapıyor. En başında ölmek isteyen adamın neden yeniden yaşama dönmek istediği bir merak konusu. Herhalde ego, can alma kudretini yalnızca kendine tanıdığından olsa gerek, içgüdü diye aklamaya çalıştığımız yaşama dürtüsüne kuvvet veriyor. Ne yazık ki, meleği durdurabilecek kadar hızlı değil.

Dört Duvar

Dört duvarın tam ortasında bağdaş kurmuş elleri kafasının arasında oturuyor. Kalkması gerektiğini anlıyor kapıya vurmalarından. Ne yazık ki şu an kıpırdamak istemiyor. Ağır ağır kafasını kaldırıp duvarları inceliyor. Solundakinde kırmızının binbir tonu, her biri farklı hücreleri çağrıştırıyor. Her birini farklı açılardan sıçratmış duvara, sonra da temizlememiş. Sağındakine bakıyor, bir zamanlar bembeyazdı. Üzerine binlerce satır karalanmış, üstüste altalta, öyle ki oturduğu yerden harfleri dahi seçemiyor. Yalnızca simsiyah bir boşluk. Arkasına bakamıyor, ama ezberlediği üzere orada baştan aşağı gözler var. Resimlerden kestiği, kendi çizdiği, zorla çizdirdiği binlerce göz kendini izliyor. Karşısındaki renkleri seçemiyor, belli belirsiz sürekli yer değiştiren gölgeler. Güneşin giremediği, ışığın dokunamadığı bu odada gölgeleri kim ya da ne oynatıyor? Kıbleye doğru oturmuş önündeki duvarı inceliyor. Kehanetlerde bulunacak adeta, dile gelse hayatın anlamını fısıldayacak. İnat gibi, susuyor. Dokunmayı deneyebilirdi, daha öncelerde hep eli yanmamış olsaydı. Ruhları doğrarken, oksijensiz akan kanlardan hazırladığı mürekkebiyle yazılar yazdığında onu izleyenler karşılarında ne görüyor? Eylemlerin bini bir para değil mi? Yürümüş dolanmış, doğumun tohumunu atmış, attırmış, nefesleri kesmiş, şimdiyse yorulmuş, oturmuş bu insan müsveddesi neyi bekliyor? Zaman burada akmıyorken saatini kapıya indirilen yumruklarla saymaya başlamış bu garibe hangi darbede ayaklanacak? Kapıyı bir açsa rahatlayacak. Fakat gölgeler. İzin vermiyorlar ki. Karşısında bir o yana bir bu yana, ateşli bir dans tutturmuşlar, gözlere ziyafet çekip kendisini aç bırakıyorlar. Açlıktan ellerini kemirmeye başlıyor. Ahtapot yemişti bir vakitler, insan etine ne kadar benzediğini düşünmüştü. Sol elinin serçe parmağının ucu pespembe, kıvrım kıvrım, lezzetli. Doyamıyor tadına yedikçe, o da devam ediyor. Lokmaları ardı arkası kesilmez bir iştahla indiriyor midesine. Omuzuna kadar kopardığını farketmesi zaman alıyor. Gölgeler memnun, ritmlerini hızlandırıp şölene devam ediyorlar. Gözlerse binlerce farklı renkte onu suçlamaktan vazgeçmiş, bir sonsuzluk yanılgısıyla kandırdıkları mahkumlarının kendi celladı olmasından hayıflanıyorlar. Onu kapıdakiler almalıydı. Fakat izin vermeyecek. Bacaklarını ileri doğru açıp tek kalan koluyla kendini ayağa kaldırıyor. Bedeni ritüele uygun renge boyanıyor vücudunun doğal olarak ürettiği boyayla. Kahkahalar atmaya başlıyor. Sarsılarak yere düşüyor yeniden. Neden en başta böyle oturduğunu hatırlıyor. Çünkü en rahatı artık bu. Duvarlar birdenbire birbirlerine yakınlaşmaya başlıyor. Giderek üstüne kapanıyorlar, fakat hemen değil. Hiçbiri o kadar merhametli değil. Karnı kazınmaya devam ediyor. Kapının kendine yaklaşmış olması hepten huzursuz ediyor kendisini, huzurun ne olduğunu hatırlamaya çalışıyor. Sağ eli hiç olmadığı kadar diri şimdi, şişmiş, kızarmış, yağlı, tam sevdiği gibi. Kemire kemire indiriyor boğazından en küçük parmağından omzuna kadar. Ansızın çok korkuyor, artık kimseyi itemeyecek olmasından. Bir öneminin kalmaması onu ilgilendirmez! Savunmasız kaldı. Ayaklarına damlıyor boyalar. Vücudu morarmaya başlıyor.  Solundaki duvara en taze tonları kendisinden akmaya başlıyor. Sağ tarafında boşluklar belirgin hale gelip önce sembollere, oradan harflere, oradan kelimeler, cümleler ve hikayelere dönüşüyor. Seyirciler gölgelere alkış tutmaları için en keskin bakışlarını atıyorlar. Gölgeler kutluyor bu şanlı merasimi, sonunda bekleyiş bitiyor! Gelmeyenler geride, gelenler duvarda kaldı. Arkasına yaslanmak isterken, kollarının alışkanlığıyla beklediği destek bile gelmeyince yalpalayıp boylu boyunca seriliyor yere. Duvarlar yaklaşıyor. Yaşayan kanlı canlı bir tabut oluncaya kadar küçülüyor oda, bedeninin şeklini alıyor. Bacaklarını da artık hissetmiyor. Midesi, ciğerleri, kalbi, beyni mengenelerce sıkışıyor. Bekleyişin sona ermesiyle son nefesini veriyor derin, uzun, kesintisiz, hırıltılı. Hırıltılar ahenkli bir ritm alıyor, davuldan çıkan tok seslere dönüşüyorlar. Kapı sonunda dayanamayıp kırılıyor. İçeri girenler herhalinden yepyeni olduğu anlaşılan, rengarenk bir odanın tam ortasında bir bebeğin çığlığının ilk nefesini müjdelemesini duyuyorlar. Bekleyiş sürüyor.