24 Şubat 2015 Salı

Kıskanç Tanrı

Yaradan,
benden daha çok neyi düşünürsen onu senden alırım,
diyor.
Kendisi benimle iddialaşmayı pek sever.
Nasıl bir tanrı kıskanç olabilir?
Ben insan halimle bütün umutlarımın bir yüzük uğruna
mecburiyetten satılmasına bile
sırf o rahat olsun diye göz yummuşum.
Bir kerecik rahat nefes alsam olmaz mıydı?
Ciğerlerimi sarıp sarıp içmişim, her yalancı gülüşte
kahrolmuşum.
Bir hafta mı oldu Kafka’ya döneli,
marazlı, öksürmekten belimi sakat edeli?
Kıskanç bir tanrının elinde kukla olmuşum.
İplerini tek tek kesmeye çalışmış,
gördün mü yine bileklerimden kendimi kanatmışım.
Sinirlendim, hal böyle olunca, intikam istedim.
Sen dedim, nasıl bir tanrı olarak benden daha çok şey istersin?
Ben bir kula göre senden ne istedim ki bu güne kadar,
başka herkese layık görmediğin?
Aldatmak ve aldatılmak üzere kurulmuşsa bu tanrıcılık dedim,
ben de onu aldatayım,
hemen gittim ben de bir başka göze değdim.
Sen, dedim, göreceksin! Ben seni yeneceğim.
O  başka gözde gördüğüm tek şey
tanrının benimle nasıl oynadığıydı.
Yanılsamalar üzerine gerçeklikler kurmuşum.
Neyi çok düşündüysem, hep onu kaybetmişim.
Neyi çok istediysem, kursağımda tutmuşum.
Ne yutabilmiş, ne kusabilmişim.
Tanrı beni hep kıskanmış,
bir kul olarak benim sevme hakkımı bile almış.
Neyim var kıskanılacak bir anlasam, bu iğrenç acziyetimle?Son çarem, sevgili tanrıcım,
ben şimdi seni her şeyden çok düşünsem,
kendini de benden alır mısın?veyahut kendimi düşünsem, herkesin oynadığı bencili oynasam,
Beni de sonunda yanındaki hiçliğe aldırır mısın?
Kendi başıma bunu yapamıyorum.
Ben ancak her gece cigarayı göğsüme basıp kendimi gündelik öldürebiliyorum.

Ben daha nice yaşayayım?
En güzeli kendimi bitirecek olsam da,
binlercesinin eşi uğursuz bir gecenin köründe 
bi cigara daha sarayım.

16 Şubat 2015 Pazartesi

Izdırap

Gözlerinden suratıma fışkırttığın,
namütenahi umut
dudaklarımdan göğüs kafesime atılan kezzaptır.
Kan geliyor kelimelerimden, oluk oluk, kan,
anlıyor musun?
Gerçi sen kendinden başka bir zavallıyı
farkettiğin an, anlamayı da bırakırsın.
Bir vakitler üzerime ağmayı heves etmiştin,
ağlamaklı gülüşüne bir de gariban kaşlarını eklemiştin,
sebeplerin ne kadar güzeldiler, bir de dertlerin.
“Sen muhteşemsin!”
İşte, tam da bu yüzden, öldürüleceksin!
Öyle nefes almayı da bırakarak değil,
seve seve sabah kalkmaya devam edecek,
fakat parçalanmış tenini her gördüğünde hatırlayıp,
bilincini sonsuza dek kapatmak isteyeceksin!
İstemek de nihayetinde biçimsiz bir eylemdir.
Eylem devam ettikçe, istesen de işkenceni bitiremezsin!
Yasalar önünde, yalvarıyorum, yargıçlarım!
Maskelerinizi düşürüp bari beni bağışlayın!
Bakın, yüzüme bakın, ve göğüs kafesime.
Bakın geride kalan boşluklarıma,
bari siz yapmayın.
Fakat yapıyorlar. Her an yapmaya devam ediyorlar.
Kanatları altında şartlı tahliyeye saldıklarından korur görünüp,
öylece seni boşvermeye itiyorlar.
Boş vermekten, dolu kaldırmaktan, indirememekten...
bitap düştüm.
Düştüm.
Yükseklerdeydim. Masumdum. Düştüm.
Yerlerde süründüm, sokakları saframa boyadım. Düştüm.
Saçlarımı sattım, dudaklarımı sattım, düşlerimi sattım. Düştüm.
Kollarıma izmarit bastım, tırnaklaya tırnaklaya ellerimi kanattım. Düştüm.
Ben yine de seni kaldırdım.
Kütlesini yitirmiş, havadan hafif bir ben, nasıl oldu da sana ağır geldim?

8 Şubat 2015 Pazar

Meyhane - Başlangıç

Salaş bir meyhanenin en ücra masasında oturuyorlardı. Ellerini masanın üzerinde tam bir sorumluluk bilinciyle tutuyorlardı. Bir sigara yakmak için kadın elini çekip elini paketine götürünce adam rahat bir nefes aldı. Rakılarını yudumladılar.
-          Sigara içmenden nefret ettiğimi bile bile yakıyorsun ya şunu...
Kadın adamın gözlerinin içine baka baka derin bir nefes çekti. Müzeyyen Senar’ın sesi bile havayı yumuşatmaya yetmiyordu. İkisi de biraz sonra edileceği belli olan bir teklifin huzursuzluğunu yaşıyordu. Daha doğrusu adam heyecanını, kadın paniğini soluyordu. Rakısından bir yudum daha aldı, dilinin ucunda gezdirdi ve ciğerlerini keşfedip boğazını yakmasına izin verdi. Sonra hemen iki masa arkalarındaki duvara asılmış bir tabloya gözü ilişti.
-          Beni dinlemiyorsun.
Bir tartışmaya daha hali kalmadığından sevgilisi diye hitap ettiği adamı can kulağıyla dinliyormuş gibi yapıyordu. Suratında kocaman bir gülümseme ve donuk olduğu tanıdık bir ruhça görülmese asla anlaşılamayacak ela gözleriyle arada sırada başını sallıyor, bir an önce eve gidip uyumak istiyordu. Adamın biraz daha konuşup tamamen kendi bilinç akışına kaptırmasını bekledi ve yakalanmayacağını anladığı an tabloyu daha yakından incelemeye başladı. Bıyıklı güleç bir genç adam elinde bir misina tutuyordu. Deniz arkada bir gri fondan başka bir şey değildi. Bir manzaradan daha güzel bir yüz daha önce hiç görmemişti. Siyah beyaz bu tablodaki adamı mutlaka tanıyordu. Fakat nereden?
Tablonun hemen altındaki masada oturan çift huzursuzlanmaya başlamıştı. Belli ki adam bu kadının kendisini izlediği izlenimine kapılmıştı. Kadın utanarak yeniden bakışlarını sevgilisine çevirdi. Bu sırada tablonun altında düğün hazırlıkları yapıldığının pekiala bilince değildi. Tek görebildiği kendi oturduğu masanın bir yansımasıydı. Nerede görse merhametten yürüyen ve tek tarafın çıkarlarına dayalı bir ilişkiyi tanıyabilirdi. Oturduğu yerden bile tabloya yüzü dönük kadının sesini duyabiliyordu.
-          ...sonra kuzenimle Ayhan’ın aynı masada oturmasını istemiyorum. Bir de kesinlikle çiçekler kırmızı olacak. Beni dinle. Dinliyor musun? Bak, gelinliğin etrafına kırmızı kurdele hayatta takamam. Pembe olacak. Koyu pembe, neyse ben sana gösteririm, sen alırsın. Ha dikkat et, masadaki örtülerle aynı ton pembe olacak. Sandalyeler de daha giydirilecek. Bir de davetiyeler var. Hep ben koşturuyorum zaten. Oh ne güzel sen de oturduğun yerden keyfini çıkar.
Yüzü hesap cüzdanına dönüşmüş tabloya sırtı dönük adam başını kaldırıp kendini affettirmek ister gibi iki masa ötedeki kadının gözlerinin içine bakıyordu. Bir an için gülümsediğini görür gibi oldu. Belki de dudakları seğirmişti. Kadının tabloyu incelediğini farkedince parmakları yüzüğüyle oynarken arkasına doğru baktı. Gülümsedi ve önüne döndü. Bu o akşam kadına attığı son bakıştı.
Kadın beyaz peynirden bir çatal alıp rakısına altlık yaptı. Yeniden dikkatini sevgilisine yönlendirmişti. Son anda yakaladı kelimeleri:
-          ...işte tüm bunlar yüzünden seni çok seviyorum. Benimle evlenir misin?
Beklediği bir teklife neden bu kadar şaşırdığına kendi dahi anlam veremiyordu. Kendine söz hakkı tanınmayan bu monoloğun başını kaçırdığına üzülüyordu. Bir yandan da ne kadar bencil olduğunu düşünüyordu. Kendisini bu kadar çok seven birine nasıl haksızlık edebilirdi? Hayatını kendisine adamak isteyen bir adama nasıl hayır diyebilirdi. Elleri titreyerek adamın elini sardı. Sonra gözü sağ elindeki yaralara kaydı. Bir kaç hafta önce yine her akşam ettikleri bir kavganın yeni yeni solmakta olan izleri. Daha sonra kollarından yukarıya kendini incelemeye başladı. Küllüğe çevirdiği kollarına ağır ağır baktı ve gözlerinin önüne bir başka tablo geldi.
Annesiyle babası fotoğrafta öyle mutlular ki! Babası annesini sırtına almış şehrin göbeğinde kahkaha atarak koşuyor. İkisi de kendinden geçmişler. Genç, sağlıklı, mutlu ve önlerinde kocaman bir gelecek var!
Bu tablonun son zamanlardaki halinden geriye kendi zihininde bir türlü dolduramadığı karanlık boşluklar kalmıştı. Annesinin bir avuç dolusu hapla kardeşi ve kendisinden özür dileyerek gülümsemesi, ve daha sonra bir boşluk.
Elektrik çarpmış gibi elini geri çekti.
-          Yapamam. Yapamam. Gitmem gerek. Çok özür dilerim. Özür dilerim. Seni asla unutmayacağım.
Oysa ne kadar çabuk unutacağını öyle iyi biliyordu ki. Daha on saniye önce kendine aşık olduğunu iddia eden adamın arkasından ağzına ne laflar alacağını öyle iyi biliyordu ki. Ne kadar çabuk bu aşkın öfkeye ve lanetlere dönüşeceğini bilmesine rağmen şaşırıyordu. Bir saniye önce tutukluydu. Şimdiyse özgür! Özgür! Tekrar mahkum olma pahasına koşarak meyhaneden çıkmadan önce durup mutfağa girdi ve garsondan bir ricada bulundu.
-          Duvarda asılı olan tabloyu bir şekilde alma imkanım var mı? Buna nasıl ihtiyacım olduğunu bilemezsiniz. Ne olur. Garip biliyorum ama bana yardım etmelisiniz. Hem de hemen.
Donakalmış bir sevgiliyi masada öylece bırakmasına aldırmadan garsonların olduğu mutfağın zeminine çökmüş bekliyordu. Ağlıyordu, fakat mutluluktan. Uzun zamandır bitkisel hayatta yaşıyormuş da şimdii hayatın anlamını keşfetmiş gibi ağlıyordu. Mutfaktan içeri garsonun değil de tablonun altında oturan adam girince nefesi kesildi.
-          Anlaşılan portremi istiyormuşsunuz?
Normalde laf ebeliğinden muzdarip kadın söyleyecek hiçbir şey bulamıyordu.
-          Bana isminizi söylerseniz, seve seve size verebilirim. Gerçi daha önce kimsenin dikkatini bile çekmemişti. Neden almak istediniz?

Kadın yalnızca ayağa kalkıp adamın elini tutabildi. Uzun ve bir ömür kadar süren bir öpücükle tabloyu aldı ve meyhaneyi terketti. Her şey daha yeni başlıyordu.

Güçlüler

Güçlüler kazanır zannediyorsunuz değil mi efendiler?
Güçlüler her zaman kaybeder.
Çığıkların arasında ya gururlarını, ya aşklarını,
hiç olmadı, vicdanlarını  geride bırakırlar.
Oysa beri yandan zayıf olmanın getirdiği dayanılmaz hafiflik var.
Buna ne demeli?
Edilgen bir koruma altında eylem zorunluluğunun çok dışında,
bütün merhametliler senin yanında, bir çoğunluksun üstelik,
hiç farketmedin mi?
Güçlü olan yalnız olandır, böyle galibiyetin içinde kabul,
hırs vardır, bencillik ve hatta narsistlik.
Peki, senin neyin var, altına sığındıkların bir yana?
Demokrasi bile çoğunluğu sayar efendiler!
Güçlü olma hali olsa olsa,
gıpta edilesi bir teselli armağanıdır.
Melekler korumaz, tanrılar lanetler,
şirk koşmaktan ötürü en iki yüzlü kulları dahi sırt döner.
Zayıf kal! Zayıf kal da seni pamuklara sarmalayıp sarsınlar!
Çamurdan olsa yattığın yatak başını koyduğun etten bir göğüse daya başını.
İpek işlemeli çarşafa koyduğun o dik başını,
bak kesebilmek için dört dönüyorlar.
Zayıf ol da rahat nefes al.
Zayıf ol da hep yanında olsunlar.
Zayıf ol da şiirini yazsınlar.
Güçlülüğün katlanılası yanı edilgeni yazan parmaklar olmaktır.
Etken olabilmek adına kaderin altına döşek olmaktır.
Efendiler! Güçlü görünenler,
İçine tanrının nefesi üflenmiş olduğu varsayılınca,
hatrı sayılır derecede acizdirler.
Kendi nefeslerini verebilmek adına hep ama hep kaybederler.

Deneme III - Öldürmek bir günah olmasaydı?

Babam, hiçbir zaman insanların bekledikleri gibi bir adam olmadı. Ben hiçbir zaman benden beklenilen kadın olmadım. Çorabım kaçınca delirecek kadar üzülemedim mesela. Tırnaklarımın biçimsizliği veya üstümün başımın tozlu olması beni öyle rahatsız etmedi. Peki onları niye etti? Kendilerine bunca yalan söyleyen bir dolu et yığını neden bizi kabullenemedi? Bizimkisi de bir yalan biçimi, belki en dürüst olanıydı, niye yadırgandı? Nüfus kağıtlarında en çok müslüman yazan ülkelerden birinde nefes aldıkları için mi? Yalanı en büyük günahlardan sayan bir din ve kendine sürekli kim olduklarına dair yalan söyleyen inananları! Öldürmeyi işine geldiği sürece sevap, gelmedikçe en büyük günahlardan, kendi canını almayı ise şirk koşmak sayan mezhebe mensup bu meczuplar ecel kavramını neden hiç sorgulamadan kabulleniyorlar? Ölümü tekeline almış bir otorite değil midir o halde, en yüce, en gerçek irade, en nihayetinde? Ecel kadar kabullenilmiş, sindirilmiş, daha doğal olan ne var ki? Halbuki yaşam vermeyi hak görmüş kadına. Almayı da bahşeden bu güce, o halde, eğer tanımış olsaydı, tüm cinsler arası yaşam alıp verme hakkı üzerinden sosyalist diyebilir miydik? Şimdi diyemeyiz, tabii. Doğal değil. Etraflıca düşünmüyorum belli ki, şimdi diyecekler ki sana, düşünsen yazdıklarının bir kaçış, bir isyan, tövbe büyük günah! olduğunu anlayacaksın... Hayır! Ben kaçmadığım için yazmaya çalışıyorum. Öldürmenin de yaşam vermek kadar doğal olduğunu, halbuki bunu kabullenemediğimiz, içimizdeki vahşi ilkelliği görmezden geldiğimiz için bunca acı olduğunu iddia ediyorum! Bakın inanıyorum demedim, iddia ediyorum. Çünkü ben asla sizin kadar emin olamadım hiçbir şeyden. Sadece ihtimallere ve sorulara odaklandım. Fakat, bir düşünsenize, başka kanallara aktarılmış milyonlarca pasif agresif mimik, jest, sözcükler, eylemler! Özgür dünyada bu kabulleniş ve akabinde getireceği farkındalık ve hakimiyet algısındaki değişiklik, dönüşüm, bireye tanrısal bağışlama yeteneği sunabileceğinden belki de artık kan eskisi kadar dökülmeyecektir? Bilinemez...tabii. İnsanoğlu belki her şart altında çiğ süt emmiş kaypak bir solucanın binlerce yıl evrilmesi sonucu meydana gelmiş merhametsiz bir versiyonudur ve üzerlerinde yaşayabilmek için başkalarını altına sürgün etmek isteyecektir. Fakat en azından iki yüzlülüğü ortadan kaldırmış olmaz mıydık? Seri katilleri, vampirleri son yüzyılın ilk çeyreğinde yakışıklı idoller, güzel semboller haline getirmemiz bu öldürme isteğimizi aklamaktan ileri geliyorsa, daha da önemlisi, bu bir istek değil, bir ihtiyaçsa, belki de özgürleştirilen ve ilahi cezadan mahrum birey nihayet kendi vicdanıyla başbaşa kalacak ve kan isteğinin önüne geçecektir. Kim bilir?

Figüran Deneme I

Baş role tutulan bir figüranın en sağlam oyunu aldatmaktan geçebilir.
Oyunun kendisi gerçekler ve yalanlar olsa dahi,
figürancığımız yalnızca anlatılamayanlarda belirebilir.

Baş role meyletmiş bir figüranın sahnesi gerçek,
satırlarının hepsi yalandan geçer.
Dudakları boyama, öpüşleri sahicidir.
Figüranı bir an için arzulamış baş rolün kaderi,
ancak bu yancıyı acıtmaktan geçebilir.

Eleştirmenler seyreder.
Gönülleri rahatta, akşam olunca uyurlar.
Figüran suflelerini soyunur, samimiyetiyle kalır.
Baş rol soyunur, şöhretini şehvet pahasına geride bırakır.
Esas kadın tiradını atar,
baş rolün yanına yatar,
perde hep esasların üzerine kapanır.
Bir figüran sarhoş sarhoş üç kuruşa sattığı gururuyla uykusuz kalır.


Can Sıkıntıları I

Ben bir yalancıyım.
Karakterimin dibi yok, temelsiz.
Ruhlardan kıyafetler biçip kendiminkine giydiririm.
Uymayınca derilerini yüzüp kanata kanata sokaklara atarım.
                                               Sen benim en sevdiğim elbisemsin.
                                               Dolabımın dibinde hep seni saklıyorum.
Yine birilerinin canını yaktım bu gün,
saygısız günlük,
onlar da benimkini.
Ben onlara izin verdim, zevk almak için.
Çünkü itler kadar aşağılık isteklerim vardı mutluluktan.
Ölsem, ölemem bile, anladın mı?
Mahallenin serserisi, sorumluluk bindi omuzlarına,
babanın gözyaşlarını düşünerek nereye gidebilirsin?
Sokak çocuklarının halinden anlamayan kardeşin
aç gezmesin
diye bankacılar mı yanaklarını silsin?
Madalya takacaklar çünkü sana!
Sütü bozuk entel parçalarına kendini yem edesin.
Hadi bırak her şeyi kaç dünyanın ucuna kaç, kaçsana!
Sen cehennemini kendi sırtında taşıyorsun, siktir olup gitsen de,
düşünmeyecek misin,
Madem gidecektim, niye ona gitmedim?
Niye doğruyu söylemedim.
Uçağa seni giyenerek bindim.
Sense çırılçıplak sevgilinindin.
İstemedi dersin, belki düşünürsün,
kölesi olsam belki kabul ederdi.
Kimse kölelere aşık olmaz! Köleler efendilerine ölür de,
Efendiler kölelerin etlerini timsahlarına layık görürler.
Sen de haketmedim seni dersin.
Dünya hakkettiğini iddia ediyormuş gibi,
bir de üstüne adil olma şerefini üstleniyormuş gibi,
isyan ediyorsun ha? Kime?
Hayatım, pardon, inancını kaybetmemiş miydin sen?
Kaybetmiştin ya bir içki masasında diline kurban olduğumun,
bacaklarına döktüğü kelimelerde kaybetmiştin!
Sen attın beni buraya! Özümü bile bile beni yakılmak üzere bir sınava gönderdin.
Merhametli Tanrının nefret etmekten en çok hoşlandığı deneyiyim.
Öyle bir beyinleri olsun ki kraker yerken boğulsunlar!
Öyle yürekleri olsun birbirlerini doğrasınlar!
Gözlerime baktırmadım, ellerimi tutturmadım,
Günahtır.

Özüm diye ateşini yemekten hiç çekinmeden,
sevgiden isimler takıp, daha kaç odun taşıyacaklar,
ailemin geleceğinin üzerine?
Çizelim madem bilekleri, mavi kanımız aksın.
Hocayız ya ufacık kafamızla kimisine, onlar kadın sansın,
birileri kız bilsin, diğerleri adam desin.
                                               Adamlar kendini hiç bilmesin.
                                               Suçu hep benim olsun.
                                               Zaten müebbet değil mi bu?
                                               Bırak ölmeyi, gidemem istesem bile.

                                               Çıplak da gezemem seni çıkarsam bile.

6 Şubat 2015 Cuma

Bir Hayaletin Portresi

Zaman eriyen bir mum göğüslerimden aşağı,
Donuk tüm gördüklerim, kendimden gayrı
O kadar hızlı ilerliyor ki gözler, binlercesi, etrafımda dolanıyor hareler
Baktığımda gördüğüm salt bir yağlı boya tablo,
Tam ortasından seyircilerin hepsine selam veriyorum.

Sanat mı? Sanat.
Sanat zihnimi gün doğumundan batımına satmam devlete.
Sanat vücudumu ait olduğu yerlere sürüklemek için aldığım yıllık izin.
Sanat hayallerimi süsleyip de boynuma taktığım bir altın zincir.

Zincir dolanıp iyice darlıyor boğazımı.
Tabloda görünen bir zavallı ortada diğer açılara renk getirsin diye
Gölgelerden yapılmış.
Bir gölge gibi gezmem bu yüzden bana değen diğer hayatların tümünde.
Grilerden bir silüet doğurmuş anam,
Babam kucağına bir beyaz almış, gömdüğünde bir siyahı yatıracak toprağa.

Çığlıklar mı atayım? Duysunlar!
Parmaklarımın ucundaki kılcal damarlara kadar
kordan kanlar, beynimin kıvrımlarında dolanırlar.
Hep korktukları için korktular.
Oysa bir hayalet nasıl dokunabilir?
Bir hayalet nasıl sevebilir?

Ancak kımıldamadan olduğu yerde poz kesmesini bilir.
Olduğu yerde çağlar aşar.
Altı üstü geçmişin geleceğin lafını edebilsin diye
Saat mehvumunu ruhu pahasına bile bile sanatçıya satar.

Baylar, bayanlar! Bu gördüğünüz yirmibirinci yüzyıldan kalma bir portredir!
Bakınız sanatçı her detayı nasıl işlemiştir!
Adeta kalkıp dokunacak etrafındaki renklere, objelere, insanlara!
Bu portre için bir devrimdir!

Devrim, bombaları üstünde patlatan bir bedevinin sessizliğidir.
Bir yangın çıkar asılı tutulduğum hücrede,
etrafımda beni süsleyen mumları eritir.
Yangın,
Dali’nin tırnaklarını yedirecek bir imgenin canını alırken,
Bir ruhun göğüslerinden aşağı kaydırıp,
Zamana hayat verir.
Sonsuzluk anlam gereksizliğinden arındırıp özgürleştirir.

Ben yine sonlarla bezeli küllere dönüşürüm.

5 Şubat 2015 Perşembe

Adab-ı Muaşerete İçelim

Damla damla anason,
sırtımdan aşağı döküver saki,
gözlerinden akamayana içsinler.
Suyu da az kat, ıslak ıslak,
bir yudumla bir nefesi seviştirmeden
dudaklarına zehri katiyen götürmesinler.
Ciğerlerine insin,
Söyle,
Buz soğutmaz da yakar benim belimde.
Tadımı yumuşatmaya meze arıyormuşsun,
“etme” saki,
bırak damağında acısı kalsın.
Söyle, çalsınlar nihavendden mutluluğumu,
dostlar meclisine dert olmuşum.
Son yudumu bırak,
adettendir saki,
rakı bardağı başı boş kalmaz sofrada.
İçimi boşaltma içine,
Yok olurum da eksilemem.
Sarhoşluğuma kanıp da şer belleme aşkımı,
şeffaftım ben de sen gibi, ekleyene kadar saflığını.

İkimiz de birbirimize benzeriz, sen özümüzü tanırsın saki,
anlat onlara nasıl tatsızdır o bensiz,
anlat onlara nasıl renksizim ben onsuz,
yargıçlar toplanmış sofranın etrafına,
rahat bıraksınlar bizi, içip gitsinler.
Evli evine, köylü köyüne...
Ben de başbaşa kalayım,
içimde bir yudum muhabbetten artan hayalinle.