Uyumak için gün doğumunu beklemek zorunda kalanlar
kendi kendilerinin gölgeleri olduğunu anlarlar.
Bu boşluğu tarif edebilir miyim?
Bir gölge, zamanda süzülen bir hayalet.
Yeterince uzun bakabilenler,
Yıldızların aynı anda hem hareket halinde olduklarını
hem de hiç kıpırdamadan heykellere taş çıkardıklarını farkederler.
Doğumdan ölüme akan gökyüzü de böyle,
Sürekli hareket halinde, fakat hep donuk olduğu yerde.
Ölmek bile çözüm değil bu çelişkiye.
Neticede insanın tüm mirası,
bir varoluş durumunun yok oluş durumuna geçmesidir.
Aynı anda hem yaşamak hem ölmek.
Her saniye yaşamak, her saniye ölmek.
Yaşadığını nasıl hissedersin?
Severek?
Korkarak?
Acıyarak?
Kanayarak?
İnanarak?
Hepsinde aynı anda içinde az da olsa ölmez miyim?
Bir başlangıç için bir başlangıçla tentene bir sonuç gerekir. Hikayelerimi
asla sonuca bağlayamıyorum. Kim bilir belki de sebebi budur. Yazdığım ilk cümlelerden
itibaren sonlarını da aynı anda yazmışımdır. Yarımlık, belki boşlukları
anlatabilmek için farketmeden, daha doğrusu mecburen itildiğim bir durumdur.
Hiçlik bencileyn ancak yarımlıklarla anlatılabilir. Belki de Beckett’e olan
tutkumun da sebebi budur.
Yapay bir tutku. Kafamda canlandırdığım için gerçekiğine emin olduğum bir
yanılgı. Emin olduğum için yanılgı olamayacak bir gerçek.
İçini doldurabilmek için ulvi amaçlarını kendilerine anlam bellemiş
dostlara selamlar olsun. Hayatlarınız ne kadar zor! Ben inandığım sürece her
şeyi yaratabileceğime kanaat getirmiş bir inançsızım. Aynı anda hem kendi
kendimin tanrısı, hem kuluyum. Izdırabımın anlamsızlığını gündelik
sıkıntılarımla bezeyen, sonra şımarıklığından utanan bir zavallıyım. Bir
cephede ölmeyi sırf bu yüzden yeğlerdim. Kendi kendime bir davanın ateşinde
gururla öldüğüme inandırmak zorunda kalacaktım. Şimdi kendimi mecbur tuttuğum
tüm zırvalıkların beş para etmezliğine acıyorum. Günde beş vakit kendime vicdan
azabı yaşattırdığım anlar ne güzeldi.
Rahatlayabilmek ne güzeldi. Doğru şeyleri yaptığından emin olmak ne
güzeldi. Şimdiyse gözlerimin seçtiği renklerden bile emin değilim. İçgüdüsel olarak
yaşamaya devam ediyorum. Mecburiyetten yazıyorum. Yazmayı ulvi bir amaç
edinmiştim. Dünyayı böyle değiştirecektim. Kendi dünyamı bile değiştiremiyorum.
Anlamsızlığını itiraf etmiş kelimeleri okumayı kim ister ki? Belki bana
benzeyenler vardır. Belki bana inananlar. Hep bir umut. Hep bir umutsuzluk.
Verilemeyen kararlar yüzünden her saniye nefes almaya devam edişim, bir gün
nasıl olsa kendiliğimden almayı bırakacağımı bildiğim ve bu konuda bir istisna
olmadığı halde.
Bir şiir.
Tık, tık, tık, tık.
Akrep yelkovanın ardında,
duvarda bir sinek hiç kıpırdamıyor.
Karşıdan izliyorum olan biten her şeyi.
Duvar beni kendine hapsediyor.
Küller eridikçe anların değiştiğini seziyorum.
Akrep hiç yorulmadan iğnesini gözüme sokuyor.
Sinek hiç kıpırdamadan karşıdan beni izliyor.
Şimdi zizek olacaktı burada, objeler diyecekti,
Bakışlar diyecekti, anlamlar içinde ünlenen
Orospulardan bahsedecekti.
Ama yok. Kalın sayfaların ardından ancak okumamı bekliyor.
Üçümüz öylece seyrediyoruz.
Gerçekliğimize dikişler atılıyor.
Bir fotoğrafın, hatta oynayan tüm fotoğrafların
tüm açıları gösteremeyeceğine ne yazık ki
İnanmak durumunda kalıyoruz.
Sinek duvardan düşüyor.
Akrep ihanet peşinde.
Kalbimin atışını dinliyoruz hep beraber.
Tık, tık, tık, tık.