22 Ocak 2015 Perşembe

Kökler

Dudaklarım çatlak, nemli olsalardı bırakılamazlardı.
Bir kefen giymişim hayattan, soluklanıp duruyorum.
Anılar, hayaller, gerçekler ve yalanlar.
Yalanların en güzellerini hep kendime saklıyorum.

Karşıma biteviye merhametten bir set çekiyorlar.
Acımasından acımalarından daha çok nefret etmiyorum da,
acıtmadan üzerimdekileri soymalarına aşık oluyorum.
Nasıl iyileştiğimi hiç hatırlamıyorum,
Nasıl hasta olduğumu ise asla unutmuyorum.

Bilincimi yara yara irin akıtıyorum,
Hadi içsene, içsene, içsene!
Dilimle evirip çeviriyorum bedenleri,
arzu ettiğim gibi,
kendimle eritiyorum.

Kampların birinde yakılacaktım,
o zaman layığımı bulacaktım.
Kaypak üzüntülerime başkalarını alet etmeyecektim.
Hiç değilse rahat edecektim, mağdur olacaktım.

Mağdurları herkes çok sever.
Trajedi nasıl orgazmikse, düşmeden izleyene,
komedi nasıl düşeni izleyenin egodan yumurtalarını okşuyorsa,
öyle aşağıda kalmalıydım.
Ha aşağıda doğmuş, ha düşmüşsün,
trajikomik bir hikayenin yancısı olmaktan daha evla değil mi?
Toprağını bulamamış, sevmeyip de kopamamış,
araftan başka yere kımıldayamamış,
ısıra ısıra dudaklarını kanatan bir aşağılık olmalıydım.
Ben de oldum. Belki de zaten öyle doğmuştum.
Yine de gömdüler.

13 Ocak 2015 Salı

Işık Söndü

Başucumdaki lamba söner sönmez
şeytanlarımla
başbaşa kalırım.
Karanlık beni bir bataklık gibi damla damla yutar.
Benimle oyunlar oynar, kulağıma şirkten şarkılar söylerler.
Sabaha kadar dualar okurum gitsinler diye.
Hiçbir şeye inanmadığımı biliyor musunuz?
Aydınlığa olan inancını bile kaybetmiş bir ruh,
sonunu nerelerde arar?
Duvarda sokaktan yansıyan ışığın gölgeleri,
hepsinin birer sureti, her birinin birer hikayesi,
bana kol kanat germekten uzak, tuzaklar kurarlar.
Beynimin içinde böcekler, mırıl mırıl şarkılara eşlik eder.
Göğüs kafesimin derinliklerinde biçare umutsuzluk,
çocukluğumun yenilgileriyle nasıl baş etsin?
Ağır, daha ağır, boğaz köprüsünden atlayan bir et yığınından ağır,
çarptığı su hayat verebilecekken alacak kadar sert.
Meğer her şeyin başladığı yere dönmek de çözüm değilmiş.

Uyanamadıkça korkmak, bir rüya olduğunu anlamak,
Sinapslarım ulaşmadıkça ayak baş parmağıma, rahatlatmıyor.
Tüm kalelerim zapt edilmiş, tüm tersanelerime girilmiş.
Başbaşa kaldım.
Şeytanlarım
Başucumdaki ışığı açarım,
hala gitmezler.

Gün doğar, kromozomlarımın eril sahibi,
benden mutluluktan örülü satırlar bekler.
Sahibesi alamayacağını bildiğinden bir sigara daha yakar.
Şeytanlarım beni yazamadığım her satırın ucunda bekler.
Aralarda ise nefes almak yaraşır, mecburiyetten.
Gözümden sebebi belirsiz irinler akar.
Sahi, sinagogdan çıkıp kiliseye, oradan camiye dolanan
binbir suratlı kahraman, faili meçhul cinayetlerini
nasıl ve hangi vicdanların altına saklar?

Zerdüşt’ün yaratıcısı bile kendini dahi öldüremedi,
halbuki tüm hayatını bu hayalle geçirmişti,
zavallı bir mikroba yenildi, hem de tanrıyı bile öldürdükten sonra!
Benim şeytanlarım da onunkiler kadar aciz demek,
Fakat benim mikroplarım onunkilerden sağlam.

Kendimi yeni bir geceye bırakırım.
Yeni diyorsak, dünden önceki, beş yıl sonrakiyle eş.
Sayfa sayfa sonsuz ihtimaller okurum.
Göz kapaklarım ağırlaşır.
Misafirlerim de birazdan gelirler.

6 Ocak 2015 Salı

Kar ve Düşüş

Sokak lambasının sarı ışığı altında
kar tanecikleri ateş böceklerine dönüşmüş.
Masumiyeti kızıla boyayan ışınların kurbanı,
demir kesici bir canavarın ağzından yayılan kıvılcımlara bürünmüş.
Buzdan beton yığınlarının küçücük bir aralığından,
Güllerin şehrine kadar uzanan bir otobanı seyreylerken
Donmuş uzuvlarımın en sulusunun seçtikleri bunlar.
Buzdan bir heykel, iki büklüm, boşuna hilal arıyor gökte.
Yankılanarak bir ses çarpıyor mermeri saydam yüzüne;
“Bunu bana nasıl yaparsın?”
Uçuç böceklerinden kendine taç yapmış Persephone,
otobanın tam ortasında yırtınıyor.
Hephaistos kamyonunun kornasına abanıyor.
Heykelin damarlarına kadından bir küfür zerkediyor.
Demirci direksiyonu zamanında kırdı diye kızıyor.
Çığlık çığlığa bir teslimet bu.
Heykelden başka kimse varlığını gözlemlemiyor.
Yok oluyor, yeraltının zoraki kahpesi,
kimse görmediğinden canını kendi elleriyle alası gelmiyor.
Zift zeminin göze yetişemediği noktada adım adım kayboluyor.
Ardında cansız bir merak bırakıyor.
Yeraltına yürümüş olmalı, kıvılcımların göbeğini döllemiş olmalı.
Kıpırdayabilseydi duygularım, cesetten prensese seslenmek isterdim.
Nar taneciklerini tek tek ağzına doldurmak, onu beslemek isterdim.
Ona kim, ne yaptıysa hesabını sormak isterdim.

Fakat ne kar ne kıvılcımlar suratımda ısınmıyordu.

4 Ocak 2015 Pazar

Boşluklar

Uyumak için gün doğumunu beklemek zorunda kalanlar
kendi kendilerinin gölgeleri olduğunu anlarlar.

Bu boşluğu tarif edebilir miyim?

Bir gölge, zamanda süzülen bir hayalet.

Yeterince uzun bakabilenler,
Yıldızların aynı anda hem hareket halinde olduklarını
hem de hiç kıpırdamadan heykellere taş çıkardıklarını farkederler.

Doğumdan ölüme akan gökyüzü de böyle,
Sürekli hareket halinde, fakat hep donuk olduğu yerde.

Ölmek bile çözüm değil bu çelişkiye.
Neticede insanın tüm mirası,
bir varoluş durumunun yok oluş durumuna geçmesidir.
Aynı anda hem yaşamak hem ölmek.
Her saniye yaşamak, her saniye ölmek.

Yaşadığını nasıl hissedersin?
Severek?
Korkarak?
Acıyarak?
Kanayarak?
İnanarak?

Hepsinde aynı anda içinde az da olsa ölmez miyim?

Bir başlangıç için bir başlangıçla tentene bir sonuç gerekir. Hikayelerimi asla sonuca bağlayamıyorum. Kim bilir belki de sebebi budur. Yazdığım ilk cümlelerden itibaren sonlarını da aynı anda yazmışımdır. Yarımlık, belki boşlukları anlatabilmek için farketmeden, daha doğrusu mecburen itildiğim bir durumdur.

Hiçlik bencileyn ancak yarımlıklarla anlatılabilir. Belki de Beckett’e olan tutkumun da sebebi budur.

Yapay bir tutku. Kafamda canlandırdığım için gerçekiğine emin olduğum bir yanılgı. Emin olduğum için yanılgı olamayacak bir gerçek.

İçini doldurabilmek için ulvi amaçlarını kendilerine anlam bellemiş dostlara selamlar olsun. Hayatlarınız ne kadar zor! Ben inandığım sürece her şeyi yaratabileceğime kanaat getirmiş bir inançsızım. Aynı anda hem kendi kendimin tanrısı, hem kuluyum. Izdırabımın anlamsızlığını gündelik sıkıntılarımla bezeyen, sonra şımarıklığından utanan bir zavallıyım. Bir cephede ölmeyi sırf bu yüzden yeğlerdim. Kendi kendime bir davanın ateşinde gururla öldüğüme inandırmak zorunda kalacaktım. Şimdi kendimi mecbur tuttuğum tüm zırvalıkların beş para etmezliğine acıyorum. Günde beş vakit kendime vicdan azabı yaşattırdığım anlar ne güzeldi.  Rahatlayabilmek ne güzeldi. Doğru şeyleri yaptığından emin olmak ne güzeldi. Şimdiyse gözlerimin seçtiği renklerden bile emin değilim. İçgüdüsel olarak yaşamaya devam ediyorum. Mecburiyetten yazıyorum. Yazmayı ulvi bir amaç edinmiştim. Dünyayı böyle değiştirecektim. Kendi dünyamı bile değiştiremiyorum. Anlamsızlığını itiraf etmiş kelimeleri okumayı kim ister ki? Belki bana benzeyenler vardır. Belki bana inananlar. Hep bir umut. Hep bir umutsuzluk. Verilemeyen kararlar yüzünden her saniye nefes almaya devam edişim, bir gün nasıl olsa kendiliğimden almayı bırakacağımı bildiğim ve bu konuda bir istisna olmadığı halde.

Bir şiir.

Tık, tık, tık, tık.
Akrep yelkovanın ardında,
duvarda bir sinek hiç kıpırdamıyor.
Karşıdan izliyorum olan biten her şeyi.
Duvar beni kendine hapsediyor.
Küller eridikçe anların değiştiğini seziyorum.
Akrep hiç yorulmadan iğnesini gözüme sokuyor.
Sinek hiç kıpırdamadan karşıdan beni izliyor.
Şimdi zizek olacaktı burada, objeler diyecekti,
Bakışlar diyecekti, anlamlar içinde ünlenen
Orospulardan bahsedecekti.
Ama yok. Kalın sayfaların ardından ancak okumamı bekliyor.
Üçümüz öylece seyrediyoruz.
Gerçekliğimize dikişler atılıyor.
Bir fotoğrafın, hatta oynayan tüm fotoğrafların
tüm açıları gösteremeyeceğine ne yazık ki
İnanmak durumunda kalıyoruz.

Sinek duvardan düşüyor.
Akrep ihanet peşinde.
Kalbimin atışını dinliyoruz hep beraber.

Tık, tık, tık, tık.